Ted Chiang - Geliş


HAYATININ HİKÂYESİ

17.600 kelime
İlk kez Starlight 2’de yayımlanmıştır (Tor, 1998)

Baban bana o soruyu sormak üzere. Bu hayatımızın en önemli anı ve dikkat kesilmek, her ayrıntıyı aklıma kazımak istiyorum. Dışarıda yediğimiz bir akşam yemeğinden ve izlediğimiz bir gösteriden yeni döndük; saat gece yarısını geçiyor. Dolunaya bakmak için taraçaya çıkmıştık, derken babana dans etmek istediğimi söyledim, o da bana ayak uydurdu ve şu anda yavaş bir edayla dans ediyor, otuzlu yaşlarında iki yetişkin olmamıza rağmen ay ışığında çocuklar gibi bir ileri bir geri salınıyoruz. Ve baban soruyor: “Bebek yapmak ister misin?”

Babanla yaklaşık iki yıldır evliyiz ve Ellis Caddesi’nde yaşıyoruz. Oradan taşındığımızda evi hatırlayamayacak kadar küçük olacaksın, ama sana onun fotoğraflarını gösterip hakkında hikâyeler anlatacağız. Sana bu akşamın, seni dünyaya getirmeye karar verdiğimiz anın hikâyesini anlatmayı çok isterdim; fakat bunu yapmak için en uygun zaman kendi çocuklarına sahip olmaya hazır olduğun an olurdu, lâkin o günü asla göremeyeceğiz.

Bunu sana daha önce anlatmanın hiçbir faydası olmazdı; çünkü hayatının büyük bir bölümü boyunca böylesine romantik (sen olsan aptalca derdin) hikâyeleri dinlemek için yerinde oturmazdın. On iki yaşına geldiğinde dünyaya geliş sebebinle ilgili ortaya atacağın iddiayı hatırlıyorum.

“Beni bu dünyaya getirmenizin tek sebebi ücret ödemeyeceğiniz bir hizmetçiye sahip olmak,” diyeceksin acı acı, elektrik süpürgesini dolaptan çıkarırken.

“Aynen öyle,” diyeceğim ben de. “On üç yıl önce, halıların tam da bu aralar süpürülmeye ihtiyacı olacağını öngördüm ve bir bebek sahibi olmak gözüme bu işi halletmenin en ucuz ve en kolay yolu olarak göründü. Şimdi lütfen işe koyul.”

“Eğer annem olmasaydın bu yasa dışı olurdu,” diyeceksin, süpürgenin elektrik kablosunu öfkeyle çözüp prize takarken.

Bu olay Belmont Sokağı’ndaki evde yaşanacak. Her iki eve de başkalarının taşındığını görecek kadar yaşayacağım; biri sana sahip olmaya karar verdiğimiz, diğeri de içinde büyüdüğün ev. Sen aramıza katıldıktan birkaç yıl sonra baban ve ben ilk evi satacağız. İkinciyi ise sen gittikten kısa bir süre sonra ben satacağım. O zamana dek Nelson ve ben çiftlik evimize taşınmış olacağız, babanda ismi-lazım-değil ile yaşıyor olacak.

Bu hikâyenin nasıl sona erdiğini biliyorum; onu sık sık düşünüyorum. Nasıl başladığını da öyle… Sadece birkaç yıl önce. Yörünge uzay gemileriyle, çayırlarsa yapay nesnelerle dolduğunda. Hükümet bu konu hakkında hiçbir açıklama yapmadı, yerel gazetelerse aklına gelebilecek neredeyse her şeyi söyledi.

Derken telefon çaldı ve bir görüşmeye davet edildim.

* * *

Koridorda, ofisimin dışında beklediklerini gördüm. Tuhaf bir ikiliydi; içlerinden biri askerî bir üniforma giyiyordu, saçlarını kısacık kestirmişti ve elinde alüminyum bir çanta taşıyordu. Etrafını eleştirel bir gözle süzüyormuş gibi bir hâli vardı. Diğer adamın bir akademisyen olduğu çok belliydi; fitilli kadife giyen, sakallı ve bıyıklı biri. Yakınlardaki bir duyuru panosunun üzerinde üst üste binen kâğıt yığınlarını inceliyordu.

“Albay Weber’le mi görüşüyorum?” Askerle tokalaştım. “Ben Louise Banks.”

“Dr. Banks. Bizimle konuşmaya zaman ayırdığınız için teşekkürler,” dedi.

“Hiç sorun değil, fakülte toplantısından kurtulmak için her tür bahaneye razıyım.”

Albay Weber eşlikçisini işaret etti. “Bu Dr. Gary Donnelly, size telefonda bahsettiğim fizikçi.”

“Bana Gary deyin,” dedi adam, benimle tokalaşırken. “Anlatacaklarınızı duymak için sabırsızlanıyorum.”

Ofisime geçtik. İkinci misafir sandalyesindeki birkaç kitap yığınını kaldırdım ve hep birlikte oturduk. “Bir ses kaydını dinlememi istediğinizi söylediniz. Bunun uzaylılarla bir ilgisi var mı?”

“Sizinle paylaşabileceğim tek şey ses kaydı,” dedi Albay Weber.

“Pekâlâ, dinleyelim o zaman.”

Albay çantasından bir kasetçalar çıkarıp OYNAT tuşuna bastı. Belli belirsiz çıkan ses, postundaki suları silkeleyen bir köpeği andırıyordu.

“Sizce bu nedir?” diye sordu adam.

Islak köpek benzetmemi kendime sakladım. “Bu kayıt hangi şartlar altında yapıldı?”

“Bunu söylemeye iznim yok.”

“Sesleri tercüme etmeme yardımı dokunur. Uzaylıyı konuşurken görebiliyor muydunuz? O sırada bir şey yapıyor muydu?”

“Sizinle paylaşabileceğim tek şey ses kaydı.”

“Uzaylıları gördüğünüzü söylediğiniz takdirde herhangi bir şeyi açık etmiş sayılmazsınız; halk gördüğünüzü varsayıyor.”

Albay Weber hiçbir şekilde geri adım atmıyordu. “Dilsel özelliklerine dair herhangi bir teşhiste bulunabilir misiniz?” diye sordu.

“Eh, ses yollarının insanlarınkinden farklı olduğu çok açık. İnsan gibi görünmediklerini varsayıyorum?”

Albay tarafsız bir cevap daha vermek üzereydi ki Gary Donnelly araya girip, “Ses kaydına dayanarak herhangi bir tahminde bulunabilir misiniz?” diye sordu.

“Tam olarak değil. Kulağa o sesleri üretmek için herhangi bir gırtlak kullanıyorlarmış gibi gelmiyor, ama bu bana nasıl göründükleri hakkında bir şey anlatmıyor.”

“Bize— bize söyleyebileceğiniz başka hiçbir şey yok mu?” diye sordu Albay Weber.

Bir sivile danışmaya alışık olmadığını görebiliyordum. “Anatomik farklılıklar nedeniyle iletişim kurmanın bir hayli zor olacağını söyleyebilirim sadece. İnsan gırtlağının üretemeyeceği sesler kullandıkları neredeyse çok açık. Hatta insan kulağının işitemeyeceği sesleri de kullanıyor olabilirler.”

“Ses-altı ve ses-üstü dalgaları mı kastediyorsunuz?” diye sordu Gary Donnelly.

“Tam olarak değil. İnsanların işitme sisteminin nihai bir akustik enstrüman olmadığını belirtiyorum sadece; kulaklarımız insan gırtlağının çıkaracağı türden sesleri tanıyacak şekilde optimize edilmiştir. Bir uzaylının ses yolları söz konusu olduğundaysa her şey mümkün.” Omuzlarımı silktim. “Eğer üzerinde yeterince çalışırsak belki o zaman uzaylı ses birimlerinin arasındaki farkları işitebilmeye başlayabiliriz, fakat kulaklarımızın onların anlamlı bulduğu ayrımları tanıyamaması her zaman mümkün. O takdirde bir uzaylının ne dediğini anlamak için bir ses spektrografına ihtiyacımız olacaktır.”

“Size bir saatlik bir ses kaydı temin ettiğimi farz edin,” dedi Albay Weber. “Şu ses spektrografına ihtiyacımız olup olmadığına karar vermeniz ne kadar sürer?”

“Ses kaydının uzun olması böyle bir şeye karar vermem için yetmez. Uzaylılarla direkt olarak konuşmalıyım.”

Albay başını iki yana salladı. “Mümkün değil.”

Onu kibarca ikna etmeye çalıştım. “Seçim sizin elbette. Ama yabancı bir lisanı öğrenmenin en iyi yolu onu ana dili olarak kullanan biriyle iletişime geçmektir. Soru sormayı, sohbet etmeyi ve bunun gibi şeyleri kastediyorum. Bunlar olmadan size yardımcı olmam imkânsız. Yani uzaylıların lisanını öğrenmek istiyorsanız dil alanında eğitimi olan birinin onlardan biriyle konuşması gerekiyor. Bu ben de olabilirim, bir başkası da. Ses kayıtları tek başlarına yetersiz.”

Albay Weber kaşlarını çattı. “Hiçbir uzaylının yayınlarımızı gözlemleyerek dilimizi öğrenemeyeceğini ima eder gibisiniz.”

“Bundan şüphe ederim. İnsan dillerini insan olmayanlara öğretmek için özel olarak tasarlanmış eğitim materyallerine gereksinim duyarlar. Ya da bir insanla iletişim kurmaya. İkisinden birine sahip oldukları zaman televizyon yayınlarından bir sürü şey öğrenebilirler, aksi takdirde bir başlangıç noktaları olmaz.”

Albay’ın bunu ilginç bulduğu açıktı; uzaylılar hakkımızda ne kadar az şey bilirse o kadar iyi olacağı kanısındaydı besbelli. Adamın ifadesini Gary Donnelly de okudu ve gözlerini devirdi. Gülmemek için kendimi zor tuttum.

“Yeni bir lisan öğrenmek için o dili kullanan insanlarla konuştuğunuzu farz edelim… bunu onlara İngilizce öğretmeden yapabilir misiniz?”

“Bu, o dili konuşan kişinin ne kadar iş birlikçi olduğuna bağlı. Ben onların lisanını öğrenirken onların da benden bazı ufak tefek şeyler kapması neredeyse kaçınılmaz, ama öğretmeye niyetlilerse bu çok fazla olmaz. Öte yandan bize lisanlarını öğretmektense İngilizce öğrenmeye meyillilerse o zaman işler daha fazla zorlaşır.”

Albay kafa sallayarak anladığını işaret etti. “Sizinle bu konu hakkında tekrar iletişime geçeceğim.”

* * *

O görüşme talebi belki de hayatım boyunca yaptığım en önemli ikinci telefon konuşmasıydı. İlki arama kurtarma ekiplerinden gelen telefon olacak elbette. O sıralarda babanla ben yılda en fazla bir defa konuşuyor olacağız. Ama o telefon görüşmesinden sonra yapacağım ilk şey babanı aramak olacak.

Teşhis işlemi için onunla birlikte uzun ve sessiz bir araba yolculuğuna çıkacağız. Morgu hatırlıyorum. Dört bir yanı döşemelerle ve paslanmaz çelikle kaplı, buzdolaplarının mırıltısıyla ve antiseptik kokusuyla dolu bir yer… Hademelerden biri çarşafı çekip yüzünü ortaya çıkaracak. Suratın bir şekilde hatalı görünecek, ama onun sen olduğunu anlayacağım.

“Evet, bu o,” diyeceğim. “Bu benim kızım.”

O zaman yirmi beş yaşında olacaksın.

* * *

Askerî inzibat kimlik kartımı kontrol etti, dosyasına not aldı ve kapıyı açtı. Arazi aracımı kapıdan geçirip kamp alanına, bir çiftçinin güneşten kavrulmuş tarlasına kurulmuş küçük bir askerî çadır köye sürdüm. Kampın ortasında ‘ayna’ lakabı verilen şu uzaylı cihazlarından biri vardı.

Katıldığım brifinglere bakılırsa bu aletlerden Amerika’da dokuz, dünyada ise yüz on iki tane bulunuyordu. Aynalar iki yönlü bir iletişim aracı vazifesi görüyordu. Muhtemelen yörüngedeki gemilerle… Uzaylıların neden bizimle şahsen konuşmadığını kimse bilmiyordu. Bitlenmekten korkuyorlardı belki de. Her aynaya, aralarında bir fizikçi ile dil uzmanının da bulunduğu bir bilim insanları ekibi tahsis edilmişti. Buradakine Gary Donnelly’yle birlikte ben bakıyordum.

Gary beni park alanında bekliyordu. Beton barikatlardan müteşekkil, daire şeklindeki bir labirenti geçip aynayı kaplayan büyük çadıra ulaştık. Çadırın önünde okulun ses bilim laboratuvarından ödünç alınan ekipmanlarla dolu bir araba duruyordu; askerlerin teftiş edebilmesi için onu önden yollamıştım.

Bunun yanı sıra lensleri çadır kumaşının üzerindeki pencerelerden içeriye bakan ve tripodların üzerinde duran üç tane de video kamera vardı. Yaptığımız her şey askerî istihbarat başta olmak üzere sayısız kişi tarafından teftiş ediliyordu. Buna ek olarak ayrı ayrı günlük raporlar gönderiyor, yazdıklarıma uzaylıların İngilizceyi ne kadar anlayabildiğine dair tahminlerimi ekliyordum.

Gary çadır kanadını benim için tuttu ve içeri girmemi işaret etti. “Yaklaşın,” dedi bir sirk çığırtkanının edasıyla. “Tanrının yeşil dünyasında daha önce eşi benzeri görülmemiş yaratıklar karşısında hayrete kapılın.”

“Üstelik sadece incecik bir on sent karşılığında,” diye mırıldandım, kapıdan geçerken. ‘Ayna’ o esnada aktif değildi. On ayak yüksekliğinde ve altı metre genişliğinde, yarı dairesel bir aynayı andırıyordu. Ön tarafındaki kahverengi çimenlerin üzerine beyaz bir sprey boyayla aktivasyon alanı işaretlenmişti. Alanın içinde o anda sadece bir masa, iki katlanan sandalye ve dışarıdaki jeneratöre bağlı bir uzatma kablosu bulunuyordu. Alanın köşelerindeki direklere takılı floresan lambaların uğultusu, boğucu sıcakta uçuşan sineklerin vızıltısına karışıyordu.

Gary’yle aramızda bakıştık, sonra da malzeme arabasını masaya doğru itmeye başladık. Boyalı çizgiyi geçtiğimiz sırada ayna giderek şeffaflaşmaya başlıyormuş gibi göründü; sanki birisi sırlı camın arkasındaki bir ışığı yavaşça artırıyordu. Derinlik illüzyonu tekinsizdi; kendimi aynadan içeriye girebilecekmiş gibi hissediyordum. Cam tamamen aydınlandıktan sonra yarı dairesel bir odanın gerçek boyutlu bir diyoramasını andırmaya başladı. Odanın içinde mobilya olabilecek birkaç geniş nesne olsa da görünürde hiç uzaylı yoktu. Arkadaki eğimli duvarda bir kapı görünüyordu.

Her şeyi birbirine bağlayarak kendimizi meşgul ettik: mikrofon, ses spektrografı, taşınabilir bilgisayar ve hoparlör. Bir yandan çalışırken diğer yandan da devamlı olarak aynaya bakıyor, uzaylıların gelmesini bekliyordum. Yine de içlerinden biri içeriye girdiğinde sıçramadan edemedim.

Yedi uzvun birbirleriyle kesiştiği noktaya tutturulmuş bir varili andırıyordu. Radyal açıdan simetrikti ve uzuvlarından herhangi biri kol ya da bacak vazifesi görebilirdi. Benim karşımdaki yaratık dört bacağının üzerinde yürüyordu ve birbirleriyle bitişik olmayan üç kolunu yanlarında toplamıştı. Gary onlara ‘heptapotlar’ diyordu.

Bana daha önceden onların video kayıtlarını göstermiş olmalarına rağmen yine de aval aval bakakaldım. Uzuvlarının belirgin bir eklem yeri yoktu; anatomi uzmanları omurgaları tarafından destekleniyor olabileceklerini tahmin ediyordu. Temel yapıları ne olursa olsun, heptapotun uzuvları hep birlikte çalışarak yaratığın şaşırtıcı bir akıcılıkla hareket etmesini sağlıyordu. ‘Göğsü’ dalgalanan uzuvlarının üzerinde bir hoverkraft kadar rahat bir şekilde ilerliyordu.

Kapaksız yedi göz, heptapotun vücudunun üst kısmını bir daire şeklinde çevreliyordu. Uzaylı çıktığı kapıya geri döndü, kısa bir püskürtme sesi çıkardı ve peşinde başka bir heptapot olduğu hâlde odanın ortasına geri döndü. Tüm bunları yaparken bir kere bile kendi etrafında dönmemişti. Tüyler ürpertici ama mantıklıydı; her tarafınızda gözleriniz varken her yön ‘ilerisi’ olabilirdi.

Gary tepkilerimi izliyordu. “Hazır mısın?” diye sordu.

Derin bir nefes aldım. “Yeterince hazırım.” Daha önceleri Amazon’da pek çok saha çalışması yapmışlığım vardı, fakat her zaman için iki dilli bir süreç olmuştu bu; ya aracılarım işimi görecek kadar Portekizce bilirdi ya da yerel misyonerlerden bölgenin diline dair önceden bir giriş eğitimi alırdım. Bu benim ilk gerçek tek dilli keşif girişimim olacaktı. Gerçi teoride oldukça dolambaçsızdı.

Aynaya doğru yürüdüğümde diğer taraftaki heptapotlardan biri de aynı şeyi yaptı. Görüntü o kadar gerçekçiydi ki tüylerim ürperdi. Uzaylının gri derisinin dokusunu görebiliyordum; helezonlardan ve ilmeklerden oluşan fitilli kadife çizgilerine benziyordu. Ayna kokuları taşımıyor, bu da her nasılsa durumu daha da tuhaf kılıyordu.

Bir elimle kendimi gösterip yavaşça, “İnsan,” dedim. Sonra da Gary’yi gösterdim. “İnsan.” Ardından her iki heptapotu işaret edip, “Siz nesiniz?” diye sordum.

Hiç tepki vermedi. Bir daha denedim, sonra bir daha.

Heptapotlardan biri uzuvlarından tekiyle kendini gösterip dört parmağını birbirine bastırdı. Şanslıydım. Bazı kültürlerde birey kendini gösterirken çenesini işaret ederdi; eğer heptapot uzuvlarından birini kullanmamış olsaydı ne tür bir hareket aramam gerektiğini bilemezdim. Kanat çırpmayı andıran kısa bir ses işittim ve vücudunun üst kısmındaki büzüşük bir deliğin titreştiğini gördüm. Konuşuyordu. Ardından arkadaşını işaret edip yeniden pırpır etti.

Bilgisayarımın başına geçtim; ekranda çırpma seslerini sanal olarak temsil eden, birbirinin aynısı iki spektrograf vardı. Örneklerden birini tekrar çalması için işaretledim. Ardından önce kendimi, sonra Gary’yi işaret ederek bir kez daha “İnsan,” dedim. Sonrada heptapotu işaret ederek kanat çırpma sesini hoparlörlerden dışarıya verdim.

Heptapot biraz daha pırpır etti. Spektrografa bakılırsa çıkardığı seslerin ikinci yarısı bir tür tekrardı. Bir öncekine [çırpma 1] dersek, bu seferki [çırpma2çırpma1] şeklindeydi.

Heptapotların sandalye olarak kullanıyor olabileceği bir şeyi işaret ettim. “O nedir?”

Heptapot duraksadı, ardından ‘sandalyeyi’ gösterdi ve bir şeyler daha söyledi. Spektrograf bu seferkini önceki seslere nazaran oldukça farklı bir biçimde gösterdi: [çırpma3]. Bir kez daha ‘sandalye’yi gösterip [çırpma3] sesini çaldım.

Heptapot bana bir karşılık verdi. Spektrografa bakılırsa çıkardığı sesler [çırpma3çırpma2] şeklindeydi. İyimser tahmin: Çıkardığım sesin doğruluğunu onaylıyordu, ki bu da heptapotlar ile insanların söylev biçimleri arasında bir uyumluluk olduğuna işaret ederdi. Kötümser tahmin: Ağzından çıkan şey sadece hırıltılı bir öksürüktü.

Bilgisayarımda spektrografın belirli bölümlerini sınırlandırıp her birine geçici bir açıklama yazdım: [çırpma1]’e ‘heptapot,’ [çırpma2]’ye ‘evet,’ ve [çırpma3]’e de ‘sandalye.’ Ardından hepsinin üstüne ‘Dil: Heptapot A’ başlığını attım.

Gary yazdıklarıma baktı. “‘A’ neyi temsil ediyor?”

“Diğer heptapotların kullanabileceği başka lisanları birbirinden ayırmaya yarıyor, hepsi bu,” dedim. Adam kafa sallayarak anladığını belirtti.

“Haydi şimdi başka bir şey deneyelim, sırf eğlencesine.” Bir elimle her iki uzaylıyı da işaret ederek ‘heptapot’ anlamına gelen [çırpma 1] sesini çıkarmaya çalıştım. Uzun bir duraksamanın ardından önce ilk uzaylı, sonra da ikincisi bir şeyler daha söyledi; spektrografları daha öncekilere hiç benzemiyordu. Çevirmeleri gereken bir yüzleri olmadığından benimle mi yoksa birbirleriyle mi konuştuklarını anlayamıyordum. [Çırpma1]’i bir kez daha telaffuz etmeye çalışsam da ikiliden herhangi bir tepki alamadım.

“Yaklaşamadım bile,” diye homurdandım.

“Bu tür sesler çıkarabilmene hayran kaldım doğrusu,” dedi Gary.

“Sen bir de Ren geyiği taklidimi duy. Hepsi koşmaya başlıyor.”

Birkaç kere daha denedim, fakat her iki heptapottan da anlayabildiğim bir cevap gelmedi. Ancak uzaylının telaffuzunun ses kaydını tekrar çaldıktan sonra bir onay alabildim; heptapot [çırpma2]’yle karşılık verdi: Evet.

“Bu, kayıtları kullanmaya mahkûm olduğumuz anlamına mı geliyor?” diye sordu Gary.

Başımla onayladım. “En azından kısa bir süreliğine.”

“Peki şimdi ne yapacağız?”

“Şimdi söylediklerinin aslında ‘Ne tatlılar, değil mi?’ ya da ‘Baksana, neler yapıyorlar,’ anlamına gelmediğinden emin olacağız. Sonra da öteki heptapot aynı kelimeleri telaffuz ettiğinde onları tanıyıp tanıyamadığımıza bakacağız.” Bir elimle Gary ye oturmasını işaret ettim. “Rahatına bak, bu epey zaman alacak.”

* * *

1770 senesinde Kaptan Cook’un gemisi Gayret, Avustralya’nın Queensland sahilinde karaya oturdu. Mürettebatının bir kısmı tamirat işleriyle uğraşırken bir keşif ekibine önderlik eden Cook da Aborjinlerle tanıştı. Denizcilerden biri yavrularını keselerinde taşıyıp sıçrayarak etrafta dolaşan hayvanlardan birini gösterdi ve bir Aborjin’e onlara ne dendiğini sordu. “Kanguru,” cevabını aldı. O andan itibaren hem Cook hem de adamları o hayvanlara bu isimle hitap etmeye başladı. Bu kelimenin aslında “Ne dedin?” demek olduğunu çok sonraları öğrendiler.

Bu hikâyeyi üniversitede her yıl, ilk dersimde anlatırım. Doğru olmadığı neredeyse kesindir, ki bunu daha sonra açıklarım, ama aynı zamanda da klasik bir anekdottur. Öğrencilerimin gerçekte duymak isteyeceği anekdotlar heptapotlarla alakalı olacak elbette; öğretmenlik kariyerimin geri kalanı boyunca aralarından çoğunun derslerime yazılmasının asıl sebebi bu olacak. O yüzden ben de onlara hem bizim hem de diğer dil uzmanlarının aynayla yaptığı görüşmeler sırasında çekilmiş video kasetleri izleteceğim. Oldukça öğreticiler ve uzaylılar tarafından tekrar ziyaret edildiğimiz takdirde kullanışlı olabilirler; ama iyi bir anekdot üretmek konusunda çok fazla işe yaradıkları söylenemez.

Konu lisan öğrenmeyle ilgili anekdotlara geldiğinde en çok, konuşmayı yeni yeni söken çocuklarla ilgili örnekler vermekten hoşlanıyorum. Sen henüz beş yaşındayken, anaokulundan geldiğin bir akşamı hatırlıyorum. Ben öğrencilerimin sınav kâğıtlarını okurken sen de renkli kalemlerinle resim boyayacaksın.

“Anne,” diyeceksin, bir iyilik istenen anlar için saklanan o gelişigüzel tonlamayı dikkatle kullanarak, “sana bir şey sorabilir miyim?”

“Elbette tatlım. Sor bakalım.”

“Ben de, eee, medeni olabilir miyim?”

Kafamı notlandırdığım kâğıttan kaldıracağım. “Ne demek istiyorsun?”

“Sharon bugün okulda medeni olduğunu söyledi.”

“Gerçekten mi? Peki sebebini de söyledi mi?”

“Ablası evlendiğinde olmuş. Sadece bir kişinin, eee, medeni olabileceğini söyledi ve seçtikleri kişi oymuş.”

“Ha, anladım. Sharon baş nedime olmuş demek istiyorsun.”

“Evet, işte ondan. Ben de baş medeni olabilir miyim?”

* * *

Gary ile birlikte ayna sahasının operasyon merkezine ev sahipliği yapan prefabrik yapıya girdik. İçerisi bir istilaya ya da tahliyeye hazırlanıyorlarmış gibi görünüyordu, asker tıraşlı adamlar bölgenin geniş bir haritasının etrafında çalışıyor veya kocaman elektronik cihazların önüne oturup kulaklıkları aracılığıyla birileriyle konuşuyorlardı. Bizi Albay Weber’in ofisine, yani yapının arka tarafında bulunan klimalı bir odaya aldılar.

Albay’a ilk gün elde ettiğimiz sonuçları kısaca anlattık. “Kulağa pek de bir ilerleme kaydedebilmişsiniz gibi gelmiyor,” dedi.

“Süreci nasıl hızlandırabileceğimize dair bir fikrim var,” diye karşılık verdim. “Ama bunun için daha fazla ekipmana ulaşabilmemize izin vermeniz gerekiyor.”

“Başka neye ihtiyacınız var?”

“Dijital bir kamerayla büyük bir video ekranına.” Ona kafamdaki düzeneğin eskizini gösterdim. “Keşif sürecini yazı kullanarak yürütmek istiyorum; ekrana bazı kelimeler yansıtacağım ve uzaylıların yazdıklarını kamerayla kaydedeceğim. Heptapotların da aynı şeyi yapacağını umuyorum.”

Weber çizime şüpheyle baktı. “Bu bize ne gibi bir avantaj sağlayacak?”

“Şimdiye dek hiç yazılmamış bir dili konuşanlarla muhatap oluyormuş gibi hareket ediyordum. Ama sonra heptapotların da yazı yazmayı biliyor olabileceği aklıma geldi.”

“Yani?”

“Eğer yazı yazabilmek için mekanik bir yol kullanıyorlarsa, o zaman yazıları da bazı kurallara son derecede uygun ve tutarlı olmak zorunda. Ses birimlerinin yerine yazı birimlerini tespit etmek bizim için daha kolay olacaktır. Yüksek sesle telaffuz edilen bir sözcükteki harfleri duymaya çalışmak yerine basılı bir kelimedeki harfleri ayırt etmek gibi.”

“Ne demek istediğinizi anlıyorum,” diye itiraf etti. “Peki siz onlara nasıl cevap vereceksiniz? Size gösterdikleri kelimeleri onlara göstererek mi?”

“Temel olarak evet. Ve eğer sözcüklerinin arasında boşluk bırakırlarsa yazdığımız her cümle konuşma kayıtlarından elde edebileceğimiz tüm cümlelerden daha anlaşılır olacaktır.”

Albay sandalyesinde geriye yaslandı. “Sahip olduğumuz teknolojiyi onlara mümkün olduğunca az göstermek istediğimizi biliyorsunuz.”

“Anlıyorum, ama zaten daha şimdiden aracı olarak makineleri kullanıyoruz. Uzaylıları yazmaya ikna edebilirsek sürecin ses spektrograflarına oranla daha hızlı ilerleyeceğine inanıyorum.”

Albay, Gary’ye döndü. “Sen ne düşünüyorsun?”

“Bana iyi bir fikirmiş gibi geliyor. Heptapotların ekranlarımızı okumakta zorlanıp zorlanmayacağını merak ediyorum. Aynaları görüntü ekranlarımızdan tamamıyla farklı bir teknoloji üzerine kurulu. Anlayabildiğimiz kadarıyla herhangi bir piksel veya tarama çizgisi kullanmıyor ve saniye başına kare kare yenilenmiyor.”

“Görüntü ekranlarımızdaki tarama çizgilerinin heptapotların okumasına engel olacağını mı düşünüyorsun?”

“Bu mümkün,” dedi Gary. “Deneyip görmemiz gerek.”

Weber buna bir müddet kafa yordu. Kendi adıma, bu herhangi bir problem yaratmasa da adamın bakış açısına göre zor bir karardı; ama kararını her asker gibi çabuk bir şekilde verdi. “Talebiniz kabul edildi. Getirilmesini istediğiniz şeyleri dışarıdaki çavuşa bildirin. Yarına hazır olsun.”

* * *

On altı yaşında olduğun bir yaz gününü hatırlıyorum. Bir kereye mahsus da olsa randevulaştığı kişinin gelmesini dört gözle bekleyen benim. Onun neye benzediğini merak ettiğin için sen de etrafta dolanıyor olacaksın elbette. Yanında tuhaf bir biçimde adı Roxie olan ve seninle takılıp kıkırdayan sarışın bir arkadaşın olacak.

“Erkek arkadaşım hakkında yorum yapmak için dayanılmaz bir dürtüye kapılabilirsiniz,” diyeceğim, koridordaki aynada üstümü başımı kontrol ederken. “Biz gidene kadar kendinize hâkim olun yeter.”

“Endişelenme anne,” diyeceksin. “Yorumlarımızı onun anlamayacağı şekilde yapacağız. Roxie, sen bana bu gece havanın nasıl olacağını soracaksın. Ben de annemin erkek arkadaşı hakkında ne düşündüğümü söyleyeceğim.”

“Aynen,” diyecek Roxie.

“Hayır, kesinlikle öyle bir şey yapmayacaksınız,” diyeceğim.

“Rahatla anne. Fark etmesi imkânsız. Bunu her zaman yaparız.”

“Aman ne çok rahatladım.”

Çok kısa bir süre sonra Nelson beni almaya gelecek. Sizi tanıştıracağım ve ön sundurmada küçük bir sohbet başlatacağız. Bariz tasvibine bakılırsa Nelson haddinden fazla yakışıklı. Biz tam gitmek üzereyken Roxie sana gelişigüzel bir biçimde, “Sence bu gece hava nasıl olacak?” diye soracak.

“Bence oldukça sıcak geçecek,” diye cevap vereceksin.

Roxie kafa sallayarak aynı fikirde olduğunu belirtecek.

“Öyle mi?” diyecek Nelson. “Ben serin olacağını söylediklerini sanıyordum.”

“Bu tür konularda altıncı hissim çok güçlüdür,” diyeceksin. Yüzün hiç renk vermeyecek. “Yakıcı bir gece olacağını hissediyorum. İyi ki buna uygun giyinmişsin anne.”

Sana dik dik bakacağım, sonra da iyi geceler dileyeceğim.

Nelson bana arabasına kadar eşlik ederken eğlendiğini belli eden bir tavırla, “Bir şey kaçırdım, değil mi?” diye soracak.

“Aramızda bir şaka,” diye mırıldanacağım. “Anlatmamı isteme.”

* * *

Aynayla olan bir sonraki oturumumuzda daha önceki prosedürü aynen tekrarlayıp, bu sefer telaffuz ettiğimiz kelimeleri bilgisayar ekranımızda yazılı olarak gösterdik. ‘İnsan’ derken ekrana İNSAN kelimesini yansıttık, vs. Heptapotlar sonunda ne istediğimizi anladı ve küçük bir kaidenin üstüne daire şeklinde, düz bir ekran yerleştirdiler. Aralarından biri konuştu, sonra da uzuvlarından birini kaidenin üstündeki geniş bir deliğe soktu ve ekranda belli belirsizde olsa bitişik el yazısını andıran bir karalama belirdi.

Çok geçmeden işi rutine bağladık ve biri konuşulan sözcüklerden, diğeriyse yazılı kelimelerden oluşan, birbirine paralel iki bütünce meydana getirdim. İlk izlenimlerim uzaylıların yazma biçimlerinin logografik (Bir cümlenin tek bir simgeyle gösterildiği lisan biçimi. Çince ve Japonca en güncel örnekleridir (ç.n).)  olduğu yönündeydi, ki bu hayal kırıklığına uğratıcıydı; nasıl konuştuklarını öğrenmemize yardımcı olacak, alfabetik bir lisanla karşılaşmayı umuyordum. Logogramları bir parça ses birimsel bilgi içeriyor olabilirdi elbette; fakat bunu bulmak, alfabetik bir yazıya oranla çok daha zordu.

Aynaya iyice yaklaşıp heptapotların uzuvları, parmakları ve gözleri gibi çeşitli vücut parçalarını işaret ederek her biri hakkında yeni bir terim edinebiliyordum. Vücutlarının alt kısmında eklemli ve zayıf çıkıntılarla kaplı bir deliğe sahip oldukları ortaya çıktı; muhtemelen beslenmek için kullanıyorlardı. Vücutlarının tepe noktasındaki delikse nefes almaya ve konuşmaya yarıyordu. Göze çarpan başka bir delikleri yoktu, belki de ağızlarını aynı zamanda anüsleri olarak da kullanıyorlardı. Bu tür soruların beklemesi gerekecekti.

Aracılarımıza onlara bireysel olarak nasıl hitap edebileceğimizi sormayı, eğer öyle bir şey kullanıyorlarsa şahsi isimlerini öğrenmeyi de denedim. Verdikleri cevap telaffuz edilemez bir şey oldu elbette, o nedenle bizim kullanabilmemiz açısından birine Pırpır diğerine de Frambuaz adını taktım. Onları birbirinden ayırt edebileceğimi umuyordum.

* * *

Ertesi gün ayna çadırına girmeden önce Gary’yle bir görüşme yaptım. “Bu oturumda yardımına ihtiyacım olacak,” dedim ona.

“Elbette. Ne yapmamı istiyorsun?”

“Birkaç fiil öğrenmemiz gerekiyor ve bunu yapmanın en kolay yolu üçüncü şahıs biçimini kullanmak. Ben bilgisayara birkaç fiil yazarken sen de onları uygulamalı olarak gösterebilir misin? Eğer şanslıysak heptapotlar ne yapmaya çalıştığımızı anlar ve aynısını yaparlar. Kullanabilmen için yanımda birkaç sahne aksesuarı getirdim.”

“Sorun değil,” dedi Gary, parmaklarını çıtlatarak. “Ne zaman istersen hazırım.”

Birkaç basit geçişsiz fiille başladık: yürümek, zıplamak, konuşmak, yazmak. Gary bütün hareketleri herhangi bir utanma belirtisi göstermeden sergiledi; video kameraların varlığı onu bir parça bile engellemedi. O ilk birkaç hareketi sergilerken ben de heptapotlara, “Buna ne diyorsunuz?” diye sordum. Uzaylılar ne yapmaya çalıştığımızı çok geçmeden anladı ve Frambuaz Gary’yi taklit ederken (ya da en azından ona denk gelen heptapot hareketini sergilerken) Pırpır da bilgisayarıyla o kelimeyi yazıp ekrana yansıtmaya ve sesli olarak okumaya koyuldu.

Çıkarttıkları seslerin spektrograf sonuçlarına baktığımda ‘heptapot’ olarak etiketlediğim kelimeyi tanıyabiliyordum. Geri kalanıysa muhtemelen fiildi. Görünüşe göre isimlerden ve fiillerden oluşan benzeşimlere sahiptiler. Tanrı’ya şükür!

Bununla birlikte yazdıklarına bakıldığında bu durum o kadar da net değildi. Ekranda her hareket için iki ayrı kelime yerine tekbir logogram görünüyordu. İlk başta özneyi de ima ederek ‘yürüyor’ yazdıklarını zannettim. Ama neden ‘heptapot yürüyor’ diyerek paralelliği korumak yerine sadece ‘yürüyor’ yazsındı ki? Derken logogramlardan bazılarının şu veya bu kenarına eklenen birkaç ekstra çizgi dışında ‘heptapot’ anlamına gelenle aynı göründüğünü fark ettim. Fiilleri isimlerle bitişik yazılabiliyordu belki de. Ama eğer öyleyse neden Pırpır ismi bazılarında yazıyor bazılarındaysa yazmıyordu?

Geçişli bir fiil denemeye karar verdim; nesneyi belirten kelimeler kullanmak işleri daha anlaşılır kılabilirdi. Getirdiğim sahne aksesuarlarının arasında bir elma ile bir dilim ekmek vardı. “Pekâlâ,” dedim Gary’ye, “onlara yiyecekleri göster, sonra da onları ye. Önce elma, arkasından ekmek.”

Gary golden elmayı gösterip ondan bir ısırık alırken ben de ekrana “Buna ne diyorsunuz?” ibaresini yansıttım. Ardından aynı işlemi ekmek dilimiyle tekrar ettik.

Frambuaz odayı terk etti ve birkaç dakika sonra bir tür devasa fındık veya su kabağı ile elips şeklindeki jelatinimsi bir şeyle geri geldi. O su kabağını işaret ederken Pırpır da bir şeyler söyleyip ekrana bir logogram yansıttı. Bunun ardından Frambuaz su kabağını bacaklarının arasına götürdü, bir çıtırtı sesi duyuldu ve sukabağı bir ısırık eksilmiş bir vaziyette tekrar ortaya çıktı; kabuğunun altında mısır benzeri tanecikler görülüyordu. Pırpır bir şeyler söyleyip ekranına geniş bir logogram yansıttı. ‘Su kabağı’nın ses spektrografı cümlede kullanılırken değişti; muhtemelen bir isim belirteciydi bu. Logogram tuhaftı; onu biraz daha incelediğimde ‘heptapot’ ve ‘su kabağı’ kelimelerini temsil eden şekillerin grafiksel unsurlarını ayırt edebildim. Sanki eriyip birbirlerine karışmış gibi görünüyorlardı ve karışımın bünyesinde muhtemelen ‘yemek’ anlamına gelen fazladan çizgiler mevcuttu. Çok sözcüklü bir ligatür (İki veya daha fazla harfin birbirine bağlanarak tek bir harf olarak kullanılması (ç.n).) müydü bu?

Bunun akabinde jelatin yumurtanın ismini söyleyip yazdık ve onu yeme eylemenin betimlemesini yaptık. “Heptapot jelatin yumurta yiyor,” cümlesinin spektrograf sesi analiz edilmeye uygundu; ‘jelatin yumurta’ tam da beklenildiği gibi bir isim belirtecine sahipti, fakat cümlenin kelime dizisi geçen seferkinden farklıydı. Bir başka büyük logogramdan ibaret olan yazılı hâliyse başka meseleydi. Bu seferkinin içindeki şekilleri tanıyabilmem için çok daha fazla vakit harcamam gerekti; tekil iogogramlar bir kez daha iç içe geçmekle kalmamış, sanki ‘heptapot’ anlamına gelen sırtüstü yatıyormuş da ‘jelatin yumurta’ manasında olan onun tepesinde dikiliyormuş gibi görünüyordu.

“Eyvah.” Daha önce gözüme tutarsız gelen basit isim-fiil örneklerine bir kez daha baktım. Artık aslında hepsinin ‘heptapot’ logogramını içerdiğini görebiliyordum; bazıları çeşitli fiillerle birleşerek dönmüş ve çarpılmıştı, onları ilk başta tanıyamamamın sebebi buydu. “Dalga geçiyor olmalısınız,” diye mırıldandım.

“Sorun nedir?” diye sordu Gary.

“Yazıları kelime kelime bölünmüyor; cümlelerini logogramları birleştirerek yazıyorlar. Onları çevirip baştan tasarlıyorlar. Şuna bir bak.” Ona logogramların nasıl döndüğünü gösterdim.

“Yani bir kelime ne yana dönerse dönsün onu aynı kolaylıkla okuyabiliyorlar,” dedi Gary. Dönüp heptapotlara baktı, etkilenmişti. “Vücutlarının radyal simetrisinin bir tesadüf olup olmadığını merak ediyorum; onlar için ‘ilerisi’ diye bir yön yok, o nedenle belki de yazıları için de yoktur. Ziyadesiyle havalı.”

Buna inanamıyordum; ‘havalı’ kelimesini ‘ziyadesiyle’ ile kullanan biriyle çalışıyordum. “İlginç olduğu kesin,” dedim, “ama aynı zamanda da cümlelerimizi onların dilinde kolayca yazamayacağımız anlamına geliyor. Onların cümlelerini tekil kelimelere bölüp tekrar birleştiremeyiz; okunabilir bir şey yazabilmek için önce kurallarını öğrenmemiz gerekiyor. Yazma kısmı hariç, konuşma parçalarını birleştirirken yaşadığımız devamlılık probleminin bir benzeri.”

Aynaya bakıp devam etmemizi bekleyen Pırpır ile Frambuaz’a göz attım ve içimi çektim. “Bu işi bizim için hiç kolaylaştırmayacaksınız, değil mi?”

* * *

Dürüst olmak gerekirse heptapotlar oldukça yardımseverdi. Sonraki günlerde onlara İngilizce öğretmemizi talep etmeksizin bizi eğitmeye seve seve devam ettiler. Albay Weber ile yardakçıları bunun olası sonuçlarına kafa yorarken ben ve aynalar üzerinde çalışan diğer dil uzmanları da görüntülü toplantılar yaparak heptapot lisanıyla ilgili öğrendiklerimizi birbirimizle paylaştık. Görüntülü toplantı tuhaf bir çalışma ortamı yaratıyordu; video ekranlarımız heptapotların aynalarıyla karşılaştırıldığında ilkel kalıyor, meslektaşlarım uzaylılardan çok daha uzaktaymış gibi görünüyordu. Tanıdık olanlar ırak, tuhaf olanlarsa el altındaydı.

Biz heptapotlara neden geldiklerini sormaya ya da teknolojilerini sorgulayacak kadar fizikten bahsetmeye hazır olana dek epey vakit geçecekti. Şimdilik basit şeyler üzerinde çalışıyorduk: ses birimler/yazı birimler, lügat, söz dizimi. Aynalardaki heptapotların hepsi aynı dili konuşuyordu, bu sayede elimizdeki verileri tek bir bilgi havuzunda toplayabiliyor ve birlikte çalışabiliyorduk.

Kafamızı en çok karıştıran şey heptapotların ‘yazılarıydı.’ Yazıya falan benzediği yoktu; daha çok bir avuç çapraşık görsel tasarıma benziyorlardı. Logogramlar ne diziler ne de sarmallar hâlinde sıralanıyordu. Aksine, Pırpır ve Frambuaz gereksinim duydukları kadar çok logogramı bir araya getirerek devasa bir yığın oluşturuyorlardı.

Bu yazma biçimi, okuduğunuzu anlayabilmeniz için mesajın içeriğini bilmenizi gerektiren ilkel işaretleşme sistemlerini anımsatıyordu. Bu tür sistemler sistematik bilgi kaydı için oldukça sınırlı görülürdü. Bununla birlikte, heptapotların sahip olduğu teknoloji seviyesine yalnızca sözlü geleneklerle ulaşılması pek mümkün değildi. Bu da akla üç olasılık getiriyordu. Birincisi, heptapotlar gerçek bir yazma sistemine sahipti ama bunu bizim önümüzde sergilemek istemiyorlardı. İkincisi, kullandıkları teknolojileri kendileri üretmemişti; başkalarının araçlarını kullanan cahil varlıklardı. Üçüncüsü, yazı yazmanın yerine geçen ve doğrusal olmayan bir söz dizimi sistemi kullanıyorlardı, ki bana en ilginç geleni de buydu.

* * *

Lise üçe gittiğin yıllarda seninle edeceğimiz bir sohbeti hatırlıyorum. Bir pazar sabahı olacak ve sen sofrayı kahvaltıya hazırlarken ben de omlet yapacağım. Bana dün gece gittiğin partiyi anlatırken güleceksin.

“Ah, adamım,” diyeceksin, “cüsse fark yaratır diye boşuna dememişler. Çocuklardan daha fazla içmedim ama çok daha fazla sarhoş oldum.”

Tarafsız, memnun bir yüz ifadesi takınmaya çalışacağım. Bunu sahiden de deneyeceğim. Ama sen, “Ah, hadi ama anne,” diyeceksin.

“Ne?”

“Benim yaşımdayken senin de tam olarak aynı şeyleri yaptığını biliyorsun.”

Hiç de öyle bir şey yapmamıştım, fakat bunu itiraf ettiğim anda bana olan saygını tamamen yitireceğimi biliyorum. “Sarhoşken asla araba kullanmaman ya da başkasının arabasına bin—”

“Tanrım, tabii ki bunları biliyorum. Beni aptal mı sanıyorsun sen?”

“Hayır, tabii ki hayır.”

Aklımdan geçen asıl şey açıkça, çıldırtıcı bir biçimde bana benzemediğin olacak. Bir kez daha benim bir klonum olamayacağını hatırlayacağım; harika, gündelik bir neşe kaynağı olabilirsin ama tek başıma yarattığım biri olmayacaksın.

* * *

Ordu, ayna sahasına ofislerimizi içeren bir karavan yerleştirmişti. Gary’nin o tarafa doğru yürüdüğünü gördüm ve koşarak ona yetiştim. “Semasiografik bir yazma sistemi,” dedim, yanına ulaştığımda.

“Efendim?” dedi Gary.

“Gel, sana göstereyim.” Onu ofisime yönlendirdim. İçeri girdiğimizde kara tahtanın başına geçtim ve çapraz bir çizgi tarafından ikiye bölünen bir daire çizdim. “Bu ne anlama geliyor?”

“Park etmek yasaktır mı?”

“Aynen.” Ardından tahtaya PARK ETMEK YASAKTIR kelimelerini yazdım. “Ve bu da öyle. Ama sadece biri konuşmayı temsil ediyor.”

Gary kafa salladı. “Tamam.”

“Dil uzmanları lisanı böyle tarif eder—” Yazılı kelimeleri gösterdim. “—yani ‘glottografik’ olarak, çünkü konuşmayı temsil eder. İnsanoğlunun yazılı tüm dilleri bu kategoride yer alır. Ancak bu sembol—” Daireyi ve çapraz çizgiyi işaret ettim. “—semasiografik bir yazı, zira ne manaya geldiğini ses olmadan da iletebiliyor. İçeriği ile herhangi bir ses arasında hiçbir ilişki yok.”

“Tüm heptapotların bu şekilde mi yazı yazdığını düşünüyorsun?”

“Şimdiye dek gördüklerime bakılırsa evet. Kullandıkları dil resimli bir yazı değil, çok daha karmaşık bir şey. Kendi cümle kurma kurallarına sahip. Heptapotların konuşma söz dizimiyle alakası olmayan görsel bir söz dizimi gibi.”

“Görsel bir söz dizimi mi? Bana bir örnek gösterebilir misin?”

“Hemen geliyor.” Masama oturup bilgisayarımı kullanarak dün Frambuaz’la gerçekleştirdiğimiz sohbetin kayıtlarından bir bölümü çağırdım. Gary’de görebilsin diye monitörümü çevirdim. “Heptapotların konuşma dilindeki isimler, bir nesne mi yoksa özne mi olduklarını gösteren isim belirteçlerine sahip. Ama yazılı dilleri söz konusu olduğunda bir ismin nesne mi özne mi olduğu logogramın fiille olan ilişkisine göre belli oluyor. İşte, şuna bir bak.” Ona şekillerden birini gösterdim. “Mesela ‘heptapot’ kelimesi ‘dinliyor’ ile bu şekilde birleştiğinde ve şu çizgiler paralel olduğunda heptapotun dinleme eylemini gerçekleştirdiği anlamına geliyor.” Ardından farklı bir sembol gösterdim. “Bu şekilde birleştiklerinde ve çizgiler dikey olduğundaysa heptapotun dinlendiği manasına geliyor. Bu yapı biçimi birkaç fiil için geçerli.

“Bir diğer örnekse ses tonunun değişmesiyle ilgili.” Kaydın başka bir kısmını çağırdım. “Heptapotların yazılı lisanında bu logogram kabaca ‘kolayca duymak’ veya ‘açıkça duymak’ anlamında geliyor. ‘Duymak’ manasına gelen logogramla aralarındaki benzerlikleri görüyor musun? Uzaylının bir şeyi açıkça duyduğunu ya da sesini açıkça duyurduğunu belirtmek için ‘heptapot’ kelimesini bir öncekiyle aynı şekilde birleştirebilirsin. Ama asıl ilginç olanı ‘duymak’ kelimesinin ‘açıkça duymak’ biçimine dönüştürülmesinde özel bir durum olmaması. Gerçekleştirdikleri değişimi görebiliyor musun?”

Gary bir parmağıyla işaret ederek başını olumlu anlamda salladı. “‘Açıkça’ kelimesini ortadaki çizgilerin kıvrımlarını değiştirerek ifade etmişler sanki.”

“Aynen öyle. Bu değişim pek çok fiile uygulanabiliyor. ‘Görmek’ logogramının ‘açıkça görmek’ hâline getirilebilmesi için aynı şekilde değiştirilebiliyor, ‘okumak’ anlamındaki logogram ve diğerleri de öyle. Ve kıvrımlardaki bu değişimin konuşma dillerindekiyle herhangi bir paralelliği yok; doğallık ifade etmek için fiile bir önek ilave ediyorlar ve ‘görmek’ ile ‘duymak’ için kullanılan önekler farklı.

“Başka örnekler de var, ama ne demek istediğimi anladın. Özünde iki boyutlu bir gramer bu.”

Gary düşünceli bir şekilde volta atmaya başladı. “İnsanların kullandığı yazma sistemleri arasında buna benzer bir şey var mı?”

“Matematiksel denklemler, müzik notaları ve dans. Ama hepsi de sadece kendi alanlarında kullanılacak şekilde üretilmiş şeyler; onları uzaylılarla yapacağımız sohbetleri kaydetmek için kullanamayız. Bununla birlikte heptapotların yazma sistemini yeterince iyi öğrenebilirsek bu iş için onu kullanabileceğimizi sanıyorum. Onun tam teşekküllü, genel amaçlı bir grafik-lisan olduğunu düşünüyorum.”

Gary kaşlarını çattı. “Yani yazma metotları, konuşma biçimlerinden tamamen farklı bir dil oluşturuyor, öyle mi?”

“Aynen öyle. Aslına bakarsan yazma sistemleri için ‘Heptapot B,’ konuşma sistemleri için de yalnızca ‘Heptapot A’ ifadelerini kullanmak daha isabetli olacaktır.”

“Bekle bir saniye. Biri yeterli olacakken neden iki farklı dil kullanırsın ki? Bu, öğrenmesi gereksiz bir biçimde zor bir şey gibi görünüyor.”

“İngilizceyi hecelemek gibi mi?” dedim. “Öğrenme kolaylığı dil evriminin en başta gelen, güçlü yanlarından biri değildir. Konuşmak ve yazmak, heptapotlar için aynı dilin farklı biçimlerini kullanmak yerine iki farklı lisan kullanmayı daha anlamlı kılan, çok farklı kültürel veya kavramsal roller oynuyor olabilir.”

Gary bunu bir müddet düşündü. “Ne demek istediğini anladım. Belki de bizim yazma biçimimizi gereksiz görüyor, ikinci bir iletişim kanalını boşa harcadığımızı düşünüyorlardır.”

“Bu bütünüyle doğru olabilir. Yazı yazmak için neden ikinci bir lisan kullandıklarını bulmak, onlar hakkında daha çok şey öğrenmemizi sağlayabilir.”

“O hâlde bundan, konuşma dillerini öğrenmek için yazma dillerini kullanamayacağımız anlamını çıkarıyorum.”

İçimi çektim. “Evet, ilk çıkarımımız bu. Ama ne Heptapot A’yı ne de B’yi de göz ardı etmemiz gerektiğini düşünüyorum; iki yönlü bir yaklaşıma ihtiyacımız var.” Ekranı işaret ettim. “İki boyutlu gramerlerini öğreniyor olmanın, sıra matematiksel terimlerini öğrenmeye geldiğinde çok işe yarayacağına seninle bahse girerim.”

“Haklısın. Matematiksel bilimleriyle alakalı sorular sormaya hazır mıyız o hâlde?”

“Henüz değil. Başka bir şeye başlamadan önce bu yazma sistemini çok iyi kavramamız gerekiyor,” dedim ve adamın yüzündeki hüsran ifadesini görünce gülümsedim. “Sabırlı olun beyefendi. Sabır güzel bir erdemdir.”

* * *

Babanın Havai’deki bir konferansa katılması gerektiği gün altı yaşında olacaksın. Ona biz de eşlik edeceğiz. O kadar heyecanlanacaksın ki hazırlanmaya haftalar öncesinden başlayacaksın. Bana Hindistan cevizleri, volkanlar ve sörf hakkında bir sürü soru soracak, aynanın karşısında hula dansı pratiği yapacaksın. Bir bavulu giysilerinle ve yanında götürmek istediğin eşyalarla doldurup, evin içinde sağa sola sürükleyerek onu ne kadar uzun bir süre taşıyabileceğine bakacaksın. Mıknatıslı yazı tahtanı benim çantamda götürüp götüremeyeceğimizi, çünkü seninkinde hiç yer kalmadığını ve yolculuğa onsuz çıkmanın imkânsız olduğunu söyleyeceksin.

“Bunların hepsini götürmene gerek yok,” diyeceğim. “Orada yapılacak o kadar eğlenceli şeyler olacak ki oyuncaklarının hiçbirisiyle oynayacak vakit bulamayacaksın.”

Söylediklerime bir müddet kafa yoracaksın; bunu enine boyuna düşünürken kaşlarının üzerinde çukurcuklar oluşacak. Sonunda yanına daha az oyuncak almayı kabul edeceksin, ama bu kez de beklentilerin tavan yapacak.

“Havaiye hemen gitmek istiyorum,” diye sızlanacaksın.

“Bazen beklemek iyidir,” diyeceğim. “Beklentilerin, oraya vardığımızda her şeyi daha eğlenceli kılacak.”

Karşılık olarak sadece surat asacaksın.

* * *

Bir sonraki raporumda ‘logogram’ teriminin yanlış bir adlandırma olduğunu, çünkü her bir yazı biriminin sözlü bir kelimeyi gösterdiğini ima ettiğini, hâlbuki hiçbirinin bizim bildiğimiz anlamda sözlü iletişim kavramına tekabül etmediğini belirttim. ‘İdeogram’ teriminin geçmişteki kullanımı nedeniyle ondan da istifade etmek istemiyordum. Onun yerine ‘semagram’ ifadesini önerdim.

Görünüşe göre bir semagram, insan dilleriyle yazılı bir kelimeye kabaca tekabül ediyordu; kendi başına anlamlıydı ve diğer semagramlarla oluşturduğu kombinasyonlar sonsuz sayıda ifade yaratabiliyordu. Onu tam olarak tanımlayamıyorduk, ama zaten ‘kelime’ terimini bile insan dilleri için tatmin edici bir şekilde tanımlayabilen yoktu. Bununla birlikte, Heptapot B’deki cümleler söz konusu olduğunda işler hepten kafa karıştırıcı hâle geliyordu. Lisanın hiçbir yazılı noktalama işareti yoktu; söz dizimi semagramların birleşme biçimine benzer bir yolla belirtiliyor ve herhangi bir ses dalgalanmasına gereksinim duyulmuyordu. Cümle oluşturmak için özne-yüklem eşleşmelerini düzgünce bölmenin kesinlikle hiçbir yolu yoktu. Bir ‘cümle’ bir heptapotun birleştirmek istediği semagramların sayısına göre oluşuyormuş gibi görünüyordu; bir paragraftan ya da bir sayfalık yazıdan tek farkı boyutuydu.

İyice büyüyen bir Heptapot B cümlesinin yarattığı görsel etki takdire şayandı. Eğer onu deşifre etmeye çalışıyor olmasaydım Eschervari (M.C. Escher: Gerçeküstü geometrik çizimleriyle tanınan ünlü ressam (ç.n).) örgüler oluşturmak için birbirlerine tutunan, hepsi de farklı biçimlerde duran ve güzel yazı misali dolanan tuhaf peygamber develeri gibi göründüğünü düşünebilirdim. Ve en büyük cümlelerin bazen göz yaşartıcı, bazen de hipnotize edici, saykodelik posterleri andıran bir etkisi vardı.

* * *

Üniversiteden mezun olduğun gün çekilmiş bir fotoğrafını hatırlıyorum. Fotoğrafta kepini gösterişli bir şekilde eğmiş, bir elini güneş gözlüğüne koymuş, diğeriyle de cüppeni açıp kolsuz gömleğini ve şortunu ortaya çıkarmış bir hâlde kameraya poz veriyorsun.

Mezuniyetini hatırlıyorum. Nelson, baban ve ismi-lazım-değil, üçü de aynı anda orada olacağından küçük de olsa bir karmaşa yaşanacak. Sen tüm o hafta sonu boyu beni sınıf arkadaşlarınla tanıştırıp herkese aralıksız sarılırken şaşkınlıktan dilimi yutacağım. Senin, benden daha uzun olan ve güzelliğiyle kalbimi sızlatan o yetişkin kadının, bir zamanlar çeşmeden su içebilsin diye taşıdığım, dolabımdan aşırdığı elbiseyle, şapkayla ve dört eşarpla yatak odamda yuvarlanan kızla aynı kişi olduğuna inanamayacağım.

Mezuniyetinin ardından hesap uzmanı olarak bir işe gireceksin. Ne üzerine çalıştığını anlamayacağım, paraya neden o kadar düşkün olduğunu ve iş görüşmeleri sırasında maaşı neden o kadar üstün tuttuğunu da öyle. Parasal mükâfatları nedeniyle saygı duyulmayan bir iş peşinde koşmanı tercih ederdim, ama şikâyet etmeyeceğim. Annem de, benim neden liselerde İngilizce öğretmenliği yapmadığımı hiçbir zaman anlayamamıştı. Her zaman seni mutlu eden şeyi yapacaksın ve bu bana yetecek.

* * *

Zaman geçtikçe aynaların başındaki her ekip heptapotların temel matematik ve fizik terminolojisini gerçek bir hevesle öğrenmeye başladı. Dil uzmanı olanlarımız prosedüre, fizikçi olanlarımızsa konuya odaklandı ve sunumlar üzerinde birlikte çalıştık. Fizikçiler bize uzaylılarla iletişime geçebilmek için daha önceden kurulan ve matematiği baz alan sistemleri gösterdiler, fakat hepsi de bir radyoteleskop aracılığıyla kullanılacak şekilde geliştirilmişti. Onları yüzyüze iletişim kurmaya uygun hâle getirdik.

Ekiplerimiz temel aritmetik konusunda başarılıydı, ama sıra geometri ve cebire geldiğinde baltayı taşa vurduk. Heptapotların anatomisini göz önünde bulundurup, bunu daha doğal karşılayacaklarını düşünerek dikdörtgensel bir koordinat sistemi yerine küresel bir tane kullanmayı denedik, ama daha iyi bir sonuç alamadık. Ne demek istediğimizi anlayamadılar.

Aynı şekilde, fizikçilerin görüşmeleri de kötü gitti. Sadece elementlerin isimleri gibi somut adlarda bir gelişme kaydedebildik; periyodik cetveli açıklamaya yönelik birkaç girişimin ardından heptapotlar neyi kastettiğimizi anladı. Az da olsa soyut bir şeyden bahsettiğimizde ise gevelesek de olurdu. Kütle ve hız gibi temel fiziksel nitelikleri sergilemeye çalıştık, fakat heptapotlar sadece açıklama talep ettiler. Belirli bir ortamla ilişkilendirilebilecek algısal sorunlardan kaçınmak için fiziksel uygulamaların yanı sıra resim, fotoğraf ve animasyon kullanmayı da denedik; hiçbiri işe yaramadı. İlerleme kaydedilemeden geçilen günler haftalara dönüştü ve fizikçiler hayal kırıklığına uğramaya başladı.

Dil uzmanları onların aksine daha fazla başarı elde ediyordu. Konuşma dilinin, yani Heptapot A’nın gramerini deşifre etme konusunda istikrarlı bir ilerleme kaydettik. Tam tahmin ettiğimiz gibi insanların kullandığı herhangi bir dilin örüntülerini takip etmiyordu, ama şimdiye dek anlaşılırdı. Serbest kelime düzeninde, hatta koşullu bir önermedeki tümceciklerde bile tercih edilen bir düzen olmaması insan dilinin ‘evrensel’ olmadığını gösteriyordu. Görünüşe göre heptapotların ortaya tümce ekleyip çok katmanlı cümleler elde etmeye de itirazları yoktu, ki bu, insanları çabucak mağlup edebilen bir şeydi. Tuhaftı, ama akıl almaz değil.

Çok daha ilginç olanı, benzersiz bir biçimde iki boyutlu olan Heptapot B’de keşfedilen biçim bilimsel ve dil bilgisel işleyişlerdi. Bir semagramın isim çekimine bağlı olan çekim ekleri belirli çizgi eğimleriyle, kalınlıklarıyla veya dalgalanma biçimleriyle gösterilebiliyordu; ya da iki kökenin göreceli boyutlarının çeşitliliğiyle, başka bir kökene olan göreceli uzaklığı veya yönelimleriyle; ya da çeşitli başka yöntemlerle. Bunlar parçasal-olmayan yazı birimleriydi; bir semagramın geri kalanından ayrı tutulamazlardı. Üstelik bu tür niteliklerin, insanların yazı yazma biçimlerindeki davranışlarına karşın, kaligrafik biçemle hiçbir alakaları da yoktu; manaları tutarlı ve kesin bir gramere göre belirleniyordu.

Heptapotlara neden geldiklerini düzenli olarak sorduk. Her seferinde ‘görmek’ ya da ‘gözlemlemek’ için şeklinde yanıt verdiler. Bazen de sorularımızı cevaplamaktansa bizi sessizce izlemeyi tercih ettikleri anlar oldu elbette. Belki birer bilim adamıydılar, belki de birer turist. Dışişleri Bakanlığı, öğrendikleri bilgileri ileride gerçekleşebilecek olası görüşmelerde pazarlık kozu olarak kullanmaları ihtimaline karşı insanlık hakkında mümkün olduğunca az şey açık etmemizi emretti. Bu emre riayet etsek de çok fazla çaba sarf etmemiz gerekmedi; heptapotlar herhangi bir şey hakkında hiç soru sormadı, ister bilim adamı olsunlar ister turist, son derece meraksız bir gruptular.

* * *

Sana yeni kıyafetler almak için arabayla bir alışveriş merkezine gittiğimiz günü hatırlıyorum. On üç yaşındasın. Bir an koltuğuna tamamen yayılmış, kendinden tamamen bihaber bir çocuk olacaksın; bir sonraki an saçını eğitimli bir manken gibi, tecrübeli bir gelişigüzellikle geriye atacaksın.

Arabayı park ettiğim sırada bana bazı talimatlar vereceksin. “Pekâlâ anne, kredi kartlarından birini bana ver. İki saat sonra girişte buluşalım.”

Güleceğim. “Hiç şansın yok. Bütün kredi kartları bende kalıyor.”

“Dalga geçiyorsun.” Öfkenin vücut bulmuş hâline dönüşeceksin. Arabadan inip alışveriş merkezine yürümeye başlayacağız. Geri adım atmayacağımı anlayınca planlarında değişikliğe gideceksin.

“Tamam anne, tamam. Benimle gelebilirsin. Sadece biraz geride dur yeter. Böylece berabermişiz gibi gözükmeyiz. Eğer arkadaşlarımdan birini görürsem durup onlarla konuşurum, ama sen yürümeye devam edersin. Anlaştık mı? Ben daha sonra gelip seni bulurum.”

Olduğum yerde kalakalacağım. “Anlamadım? Ben ne hizmetçinim ne de utanman gereken mutant bir akraban.”

“Ama anne, başkalarının beni seninle görmesine izin veremem.”

“Sen neden bahsediyorsun böyle? Arkadaşlarınla çoktan tanıştım, hepsi evimize defalarca geldi.”

“Bu farklı,” diyeceksin, bunu açıklamak zorunda kaldığına inanamayarak. “Alışveriş yapıyoruz.”

“Aman ne kötü.”

Derken patlayacaksın. “Beni mutlu etmek için azıcık bile çaba sarf etmiyorsun! Beni umursamıyorsun bile!”

Benimle alışverişe çıkmaktan keyif aldığın günlerin üzerinden çok fazla zaman geçmemiş olacak hâlbuki; bir safhayı geride bırakıp bir diğerine ne kadar da çabuk geçtiğin beni şaşırtmaya devam edecek. Seninle yaşamak, hareket hâlindeki bir hedefi vurmaya benzemek gibi olacak; her zaman beklediğimden bir adım önde olacaksın.

* * *

Az önce basit birer kalem-kâğıt kullanarak yazdığım Heptapot B cümlesine baktım. Şimdiye dek kurduğum tüm cümleler gibi buda şekilsiz görünüyordu. Sanki bir heptapot tarafından yazılan bir sözcük çekiçle parçalanmış, sonra da bantla tecrübesizce bir araya getirilmiş gibi… Masamın üstü buna benzer, kaba semagramlarla kaplı kâğıtlarla doluydu; sağa sola dönüp duran vantilatörümün rüzgârı üzerlerinden geçtikçe hışırdıyorlardı.

Konuşma biçimi bulunmayan bir lisanı öğrenmeye çalışmak tuhaftı. Telaffuzumu geliştirmek yerine gözlerimi sımsıkı yumup göz kapaklarımın arkasına semagramlar çizmem gerekiyordu.

Biri kapımı tıklattı ve ben daha cevap bile veremeden önce Gary coşkulu bir biçimde içeri daldı. “Illinois ekibi uzaylıların fizik kurallarında bir benzeşme bulmuş.”

“Gerçekten mi? Bu harika. Ne zaman olmuş peki?”

“Birkaç saat önce. Kendileriyle az önce bir görüntülü konuşma yaptık. İzin ver sana göstereyim.” Kara tahtamı silmeye başladı.

“Endişelenme. Onlara ihtiyacım yoktu.”

“Güzel.” Bir tebeşir parçası alıp bir diyagram çizmeye koyuldu:



“Pekâlâ, işte bir ışık huzmesinin havadan suya geçerken izlediği yol. Işık huzmesi suyla karşılaşana dek düz bir çizgide ilerliyor; suyun farklı bir kırılma indeksi var, dolayısıyla ışık yön değiştiriyor. Bunu daha önceden de duymuşsundur herhâlde, değil mi?”

Başımı olumlu anlamda salladım. “Elbette.”

“İşte sana ışığın izlediği yolla ilgili ilginç bir özellik. Bu yol, şu iki nokta arasındaki olası en hızlı güzergâh.”

“Anlamadım?”

“Sırf eğlencesine, ışığın izlediği yolun şu olduğunu hayal et.” Diyagramına noktalı bir çizgi ilave etti:



“Bu farazi yol, ışığın gerçekte izlediği yoldan daha kısa. Ama ışık suyun içindeyken havada olduğundan daha yavaş hareket eder ve güzergâhının büyük bir kısmı suyun altında. O yüzden bu yolu izlemesi, gerçek yolunu izlemesinden daha uzun sürer.”

“Tamam, anladım.”

“Şimdi de ışığın bu yolu izlediğini hayal et.” İkinci bir noktalı çizgi ilave etti:



“Bu yol ışığın su altındaki güzergâhını kısaltıyor, fakat toplam uzunluğu daha fazla. Aynı zamanda ışığın izlediği yol, gerçekte aldığından daha uzun sürüyor.”

Gary tebeşiri yerine bırakıp uçları beyazlaşmış parmaklarla kara tahtadaki diyagramı işaret etti. “Herhangi bir farazi yol, gerçeğine nazaran daha fazla zaman alıyor. Diğer bir deyişle, ışık hüzmesi daima mümkün olan en hızlı rotayı izliyor. Buna Fermat’ın Asgari Zaman İlkesi denir.”

“Hmm, ilginç. Heptapotların tepki verdiği şey bu mu yani?”

“Kesinlikle. Moorehead, Illinois’daki aynaya Fermat İlkesi’nin animasyonlu bir sunumunu göstermiş ve heptapotlar da ona aynı şekilde karşılık vermiş. Moorehead şimdi de sembolik bir tanım elde etmeye çalışıyor.” Sırıttı. “Bu ziyadesiyle havalı değildir de nedir, ha?”

“Havalı olduğu kesin. İyi ama şu Fermat İlkesini daha önce neden duymadım?” Masamdaki kitaplardan birini elime alıp ona doğru salladım; heptapotlarla iletişim kurarken kullanılması tavsiye edilen fizik başlıklarını içeren bir ciltti bu. “Bu kitap sayfalar boyunca Planck kütlelerinden ve hidrojen atomunun ters yön dönüşlerinden bahsediyor, ama ışığın kırılmasıyla ilgili tek bir kelime bile yok.”

“İşine yarayacak şeylerin hangileri olduğu konusunda kötü bir tahminde bulunmuşuz,” dedi Gary, herhangi bir utanma emaresi göstermeden. “Aslına bakarsan kaydettiğimiz ilk ilerlemenin Fermat İlkesi sayesinde olması oldukça ilginç; her ne kadar açıklaması kolay olsa da onu matematiksel olarak ifade edebilmek için hesaplama yapman icap eder. Üstelik sıradan bir hesaplama da değil, değişkenleri hesaplaman gerekir. Oysa biz ilerleme kaydetmemizi sağlayacak şeylerin basit geometri ya da cebir teoremleri olacağını sanmıştık.”

“Gerçekten de ilginç. Heptapotların basit anlayışının bizimkiyle uyuşmadığını mı düşünüyorsun?”

“Kesinlikle, ki işte tam da bu yüzden Fermat ilkesinin matematiksel tanımını nasıl yaptıklarını görmek için ölüyorum.” Bir yandan konuşurken diğer yandan da volta atmaya başladı. “Eğer değişken hesaplamaların varyasyonlarını cebirsel karşılıklarına oranla daha basit buluyorlarsa, bu durum fizik kurallarını onlara anlatmakta neden bu kadar zorlandığımızı açıklayabilir. Heptapotların matematik sisteminin tamamı bizimkine kıyasla tepetaklak olabilir.” Fizik kitabını işaret etti. “Onu yeniden gözden geçireceğimizden emin olabilirsin.”

“Peki Fermat İlkesi’nden yola çıkarak fiziğin diğer alanlarına geçiş yapabilir misiniz?”

“Muhtemelen. Fermat’ınkine benzer pek çok fiziksel prensip var.

“Louise’in asgari kapalı alan prensibi gibi mi? Fizik ne zaman bu kadar minimalist bir hâle geldi?”

“Şey, buradaki ‘asgari’ kelimesi yanıltıcı. Görüyorsun ya, Fermat’ın asgari zaman ilkesi kusurludur; ışık bazı durumlarda diğer olasılıklara oranla daha uzun süren yolu takip eder. Işığın daima ölçüsüz bir yol izlediğini, alınan süreyi ya minimize ya da maksimize ettiğini söylemek daha isabetli olur. Bir minimum ile bir maksimum bazı matematiksel özellikleri paylaşır, o yüzden her iki durum da tek bir denklemle tarif edilebilir. Daha açık konuşmak gerekirse Fermat İlkesi minimal bir ilke değildir; tam aksine, ‘varyasyon’ ilkesi olarak bilinen şeydir.”

“Peki bu tür varyasyon ilkelerinden çok var mı?”

Başıyla onayladı. “Fiziğin tüm dallarında. Neredeyse tüm fizik kanunları bir varyasyon ilkesi olarak yeniden ifade edilebilir. Bu ilkelerin arasındaki tek fark hangi özelliklerinin minimize veya maksimize edildiğiyle ilgilidir.” Sanki fiziğin farklı dalları, önündeki masanın üstünde sıralıymışçasına o tarafı işaret etti. “Işık biliminde, yani Fermat İlkesi’nin geçerli olduğu alanda, zaman uç değer olarak alınması gereken bir özelliktir. Mekanik bilimde farklı bir özelliktir. Elektromanyetik alanındaysa başka. Ama tüm prensipler matematiksel anlamda benzerdir.”

“Yani uzaylıların Fermat İlkesi için kullandığı matematiksel tanımı bir kez elde ettikten sonra diğerlerini de deşifre edebilirsiniz.”

“Tanrım, umarım öyle olur. Galiba heptapotların fizik formülasyonlarını anlamak için aradığımız anahtar bu. Bunu kutlamamız gerek.” Odanın içinde volta atmayı bırakıp bana doğru döndü. “Hey, Louise. Akşam yemeğine ne dersin? Ben ısmarlıyorum.”

Bu beni biraz şaşırttı. “Tabii,” dedim.

* * *

Yürümeyi öğrendiğin zaman ilişkimizdeki asimetriyi her gün uygulamalı olarak görmeye başlayacağım. Durmadan bir yerlere koşacak, her seferinde ya kapı pervazına toslayacak ya da dizlerinin derisini soyacaksın ve her seferinde çektiğin acıya ortak olacağım. Duyusal sinirleri acıyı kusursuz bir şekilde ileten, fakat motor sinirleri komutlarıma hiçbir şekilde uymayan başıboş bir uzvu, kendimin bir uzantısını büyütüyormuş gibi hissedeceğim. Bu hiç adil değil; beni temsil eden, hareketli bir voodoo bebeği doğuracağım. Kontratı imzaladığımda böyle bir detaya rastlamamıştım. Anlaşmanın bir parçası mıydı bu?

Bazen de seni gülerken göreceğim. Komşunun yavru köpeğiyle oynadığın, arka bahçelerimizi birbirinden ayıran tel örgünün deliklerine parmaklarını soktuğun zamanlardaki gibi. O kadar şiddetli bir şekilde güleceksin ki hıçkırmaya başlayacaksın. Köpecik koşarak komşunun evine girecek ve kahkahaların yavaşça dinip nefes almana müsaade edecek. Derken köpek yavrusu tel örgüye geri dönüp parmaklarını tekrar yalayacak ve sen de tiz bir çığlık eşliğinde yeniden güleceksin. Hayal edemeyeceğim kadar harika bir ses, kendimi bir fıskiye ya da pınar gibi hissetmeme neden olan bir seda olacak bu.

Keşke o sesi, kendini korumaya yönelik gamsız ihmalkârlığın yüzünden neredeyse kalp krizi geçireceğim sırada da hatırlayabilsem.

* * *

Fermat İlkesi sayesinde kaydedilen ilerlemenin ardından, heptapotlarla gerçekleştirdiğimiz bilimsel konsept tartışmaları daha verimli geçer oldu. Uzaylıların tüm fiziksel bilimleri bir anda anlaşılır hâle gelmedi elbette, ama süreç istikrarlıydı. Gary’nin dediğine göre heptapotların fiziksel formülasyonları bizimkilere kıyasla sahiden de tepetaklaktı. İnsanların integral hesabı için kullandığı fiziksel özellikler heptapotlar tarafından temel birer ilke olarak görülüyordu. Örneğin Gary fizik jargonunda aldatıcı bir biçimde ‘devinim’ adını taşıyan ama aslında ‘kinetik ve potansiyel enerji arasında zamanla bütünleşen fark’ anlamına gelen bir niteliği tarif etti. Artık o da ne demekse… Bu bizim için yüksek matematik gerektiren bir konuyken heptapotlar içinse basit bir şeydi.

Diğer yandan heptapotlar insanların temel birer ilke olarak düşündüğü nitelikleri tanımlamak için Gary’nin beni ‘ziyadesiyle tuhaf’ olduğuna dair temin ettiği matematiksel işlemler kullanıyordu. Fizikçiler en nihayetinde heptapot matematiği ile insan matematiğinin eş değer olduğunu kanıtlayabilmişti; her ne kadar birbirlerinin neredeyse tam tersi bir yaklaşım izleseler de her iki sistem de aynı fiziksel evreni tanımlıyordu.

Fizikçilerin ortaya attığı denklemlerden bazılarını anlamaya çalıştım ama bunun bir faydası yoktu. ‘Devinim’ gibi fiziksel niteliklerin ehemmiyetini tam anlamıyla kavrayamıyor, böyle bir niteliği temel bir ilke olarak görmenin önemini öz güvenli bir şekilde düşünemiyordum. Yine de bana daha tanıdık gelen sorular üzerinde kafa patlatmaya devam ettim. Fermat İlkesini ışığın kırılmasına dair en basit açıklama olarak kabul ettiklerine göre heptapotlar nasıl bir dünya görüşüne sahiptiler? Ne tür bir algı bir minimumu veya maksimumu onlar için aşikâr kılabilirdi?

* * *

Gözlerin benimkiler gibi çamur kahverengisi değil, babanınkiler gibi mavi olacak. Oğlanlar o gözlere tıpkı benim babanınkilere yaptığım ve yapacağım gibi dalacak, siyah saçlarınla olan uyumunu keşfettiklerinde de yine tıpkı benim şaşırdığım ve şaşıracağım gibi şaşıracak, büyülendiğim ve büyüleneceğim gibi büyülenecekler. Pek çok talibin olacak.

On beş yaşında olduğunda, babanla geçirdiğin bir hafta sonunun ardından eve geldiğini ve o sıralarda çıktığın çocuk hakkında seni sorguya çektiğine inanamadığını hatırlıyorum. Kanepeye yayılacak ve babanın makul davranış sınırlarını bu sefer nasıl aştığını anlatacaksın. “Ne dediğini biliyor musun? ‘Oğlanların nasıl olduğunu bilirim,’ dedi.” Gözlerini devireceksin. “Sanki ben bilmiyorum da.”

“Ona kızma,” diyeceğim. “O bir baba, elinde değil.” Arkadaşlarına nasıl davrandığını gördüğümden erkeklerin senden faydalanmaya kalkışması konusunda çok fazla endişelenmeyeceğim; çünkü aksinin gerçekleşmesi daha olası. Beni asıl endişelendiren o olacak.

“Benim hâlâ bir çocuk olmamı istiyor. Göğüslerim çıktığından beri bana karşı nasıl davranması gerektiğini bilmiyor.”

“Eh, bu gelişme onun için bir şok oldu. Ona toparlanması için zaman ver.”

“Yıllar oldu anne. Bu daha ne kadar sürecek?”

“Babam benimkileri kabullendiğinde sana haber veririm.”

* * *

Dil uzmanlarının gerçekleştirdiği görüntülü toplantılardan biri esnasında Massachusetts’teki aynanın başında çalışan Cisneros adlı biri ilginç bir soru sordu: Bir Heptapot B cümlesinde yazılı semagramların özel bir sıralaması var mıydı? Heptapot A ile konuşurken kelime sıralamasının neredeyse hiçbir anlamının olmadığı açıktı. Bir heptapottan az önce söylediği şeyi tekrar etmesini istediğimizde farklı bir kelime sıralaması kullanmamasını özellikle rica etmezsek böyle bir şey yapmaları olası değildi. Kelime sırası Heptapot B ile yazarken de aynı şekilde önemsiz miydi?

Daha önce dikkatimizi yalnızca bir Heptapot B cümlesinin tamamlandığında nasıl göründüğüne odaklamıştık. Anlayabildiğimiz kadarıyla bir cümledeki semagramları okurken tercih edilen bir sıra yoktu; neredeyse hemen her yerinden başlayabilir, sonra da dallanıp budaklanan tümcecikleri takip ederek tamamını okuyabilirdiniz. Ama bu okurken böyleydi; aynı şey yazarken de geçerli olabilir miydi?

Pırpır ve Frambuaz’la gerçekleştirdiğim son oturumlar esnasında onlara bir semagramı, tamamlandıktan sonra değil de yazıldığı sırada gösterip göstermeyeceklerini sormuştum. Onlar da kabul etmişlerdi. O görüşmenin kasetini video cihazına yerleştirdim ve bilgisayarımla oturumun yazılı dökümüne baktım.

Görüşmedeki en uzun konuşmaları seçtim. Yani Pırpırın heptapot gezegeninin biri diğerinden önemli ölçüde büyük olan iki uyduya sahip olduğunu; atmosferinin üç ana bileşeninin nitrojen, argon, oksijenden oluştuğunu; yüzeyinin 15/28’inin suyla kaplı olduğunu anlattığı konuşma. Çıkardığı seslerin ilk kelimeleri tamı tamına, “değişken-boyutta-kayalık-uydular birinci-ve-ikinci-olarak-gösterilen-kayalık-uydular,” şeklinde tercüme ediliyordu.

Sonra yazılı rapordaki zaman belirteciyle aynı yere gelinceye dek kaseti başa sardım. Kaydı yeniden başlattım ve semagramlar ağının mürekkepten yapılma örümcek ağları misali dönüşünü izlemeye koyuldum. Bunu birkaç kere daha tekrarladım. Sonunda kaseti tam da ilk çizginin tamamlandığı ve ikincisinin başlamak üzere olduğu noktada durdurdum; ekranda sadece tek bir eğimli hat görünüyordu.

Başlangıç çizgisi ile cümlenin tamamlanmış hâlini karşılaştırdığımda ilk çizginin mesajın birkaç farklı tümceciğine iştirak ettiğini fark ettim. ‘Oksijen’ semagramıyla başlayıp onu diğer elementlerden ayırıyor, ardından iki uydunun boyutlarıyla ilgili tanıma geçip karşılaştırma biçimbirimine dönüşüyor, son olarak da kavisli bir bel kemiği misali genişleyerek ‘okyanus’ semagramını oluşturuyordu. Buna rağmen tek bir devamlı hattan oluşuyordu ve Pırpır’ın yazdığı ilk çizgiydi. Bu da heptapotların ilk çizgiyi yazmadan önce cümlenin tamamının nasıl görüneceğini bildiği anlamına geliyordu.

Diğer çizgiler de birkaç tümceciği geziyor, onları birbirine bağlayarak tüm cümleyi baştan tasarlamadığınız takdirde içinden çıkarılmalarını olanaksız hâle getiriyorlardı. Heptapotlar cümlelerini tek tek semagramlar hâlinde yazmıyordu; tekil semagramlara aldırmadan, çizgiler yardımıyla yazıyorlardı. Böylesine yüksek dereceli bir birleşmeyi daha önce kaligrafik motiflerde, özellikle de Arap alfabesini kullananlarda görmüşlüğüm vardı. Ama o motifler uzman hattatların dikkatli planlamalarını gerektiriyordu. Hiç kimse böylesine çapraşık motifleri sohbet etmek için gereken hızda yaratamazdı. Ya da en azından hiçbir insan…

* * *

Bir keresinde bir komedyenin anlattığı bir fıkra duymuştum. Şöyleydi: “Çocuk sahibi olmaya hazır olup olmadığımı bilmiyorum. Çocuğu olan bir arkadaşıma, ‘Diyelim ki çocuk sahibi oldum. Ya büyüdüklerinde hayatlarında gerçekleşen her kötü şey için beni suçlamaya kalkışırlarsa?’ diye sordum. O da bana güldü ve ‘Kalkışırlarsa ile ne kastediyorsun?’ diye sordu.”

Bu benim favori fıkram.

* * *

Gary ile birlikte küçük bir Çin lokantasına, kamptan kaçmak için kapağı attığımız yerel mekânlardan birine gittik. Oturup mezeleri tüketmeye başladık: Domuz ve susam yağı aromalı Çin mantısı. En sevdiğim.

Birini soya sosuna ve sirkeye batırdım. “Eee, Heptapot B alıştırmaların nasıl gidiyor?” diye sordum.

Gary tavana kaçamak bir bakış attı. Onunla göz göze gelmeye çalışsam da sürekli benden kaçınıyordu.

“Vazgeçiyorsun, değil mi?” dedim. “Artık denemiyorsun bile.” Harika bir perişanlık ifadesi takındı. “Dillerde hiç iyi değilimdir,” diye itiraf etti. “Heptapot B’yi öğrenmenin başka bir dili konuşmaya çalışmaktansa matematik öğrenmeye benzeyeceğini düşünmüştüm, ama benzemiyor. Bana çok yabancı.”

“Uzaylılarla fizik konularında konuşabilmene yardımcı olacak.”

“Muhtemelen, fakat artık bir ilerleme kaydettiğimize göre birkaç kelimeyle yetinebilirim.”

İçimi çektim. “Sanırım bu adil. İtiraf etmem gerekir ki ben de matematik öğrenmeye çalışmaktan vazgeçtim.”

“Yani ödeştik mi?”

“Ödeştik.” Çayımdan bir yudum aldım. “Yine de sana Fermat İlkesi ile ilgili bir şeyler sormak istiyorum. Bununla ilgili bana tuhaf gelen bir şeyler var, ancak adını tam olarak koyamıyorum. Kulağa hiç de bir fizik kanunuymuş gibi gelmiyor.”

Gary’nin gözleri parladı. “Bahse girerim neden söz ettiğini biliyorum.” Yemek çubuklarıyla mantılardan birini ikiye böldü. “Işığın kırılmasını neden ve sonuç açısından düşünmeye alışkınsın; suyun yüzeyine erişmesi neden, yön değiştirmesi ise sonuç. Ama Fermat İlkesi ışığın davranışını hedef odaklı terimlerle tarif ettiğinden kulağa tuhaf geliyor. Bir ışık huzmesine verilen ilahi bir emir gibi görünüyor: ‘Hedefine varan zamanı minimize veya maksimize edeceksin.’”

Bunu bir müddet düşündüm. “Devam et.”

“Bu, fizik felsefesindeki eski sorulardan biridir. Fermat 1600’lerde prensibini ilk kez ortaya attığından beri insanlar bundan bahsediyor. Planck bu konu hakkında pek çok kitap yazmıştır. Mesele şu ki, fizik kanunlarının ortak formülasyonları nedenselken Fermat’ınkine benzeyen varyasyon prensipleriyse neredeyse teleolojiktir.”

“Hmm. Bu, meseleyi ifade etmenin ilginç bir yolu. İzin ver bunun hakkında biraz düşüneyim.” Bir keçeli kalem çıkarıp peçetemin üstüne Gary’nin kara tahtama çizdiği diyagramın bir benzerini çizdim. “Pekâlâ,” dedim, yüksek sesle düşünerek, “diyelim ki ışık huzmesinin amacı mümkün olan en hızlı yolu katetmek. Işık böyle bir işe nasıl kalkışabilir ki?”

“Eh, eğer antropomorfik-izdüşümsel açıdan konuşursam, ışık olası yolları incelemek ve her birinin ne kadar süreceğini hesaplamak zorunda.” Servis tabağındaki son Çin mantısını da kaptı.

“Ve bunu yapabilmek için,” diye devam ettim, “ışık huzmesi hedefinin neresi olduğunu bilmeli. Çünkü varış noktası farklı olduğu takdirde en hızlı yol da değişir.”

Gary bir kez daha başıyla onayladı. “Aynen öyle; belirli bir hedef olmazsa ‘en hızlı yol’ kavramı anlamsız kalır. Ayrıca bir yolun ne kadar zaman alacağını hesaplayabilmek, o yol boyunca karşına çıkacak şeyler hakkında bilgi sahibi olmayı da gerektirir. Örneğin su yüzeyinin nerede başladığı gibi.”

Peçetenin üzerindeki diyagrama bakmayı sürdürdüm. “Ve ışık huzmesi tüm bunları ta en başından, hareket etmeden evvel bilmek zorunda, değil mi?”

“Öyle de denebilir,” dedi Gary. “Işık herhangi bir yönde hareket etmeye başlayıp da yönünü daha sonra değiştiremez, çünkü böyle bir davranışın sonucunda izleyeceği güzergâh mümkün olan en hızlı yol olmaz. Tüm hesaplamalarını en başından itibaren yapması lazım.”

Işık huzmesi, hareket edeceği yönü seçmeden önce nihai olarak varacağı yeri bilmek zorunda, diye düşündüm kendi kendime. Bunun bana neyi hatırlattığını biliyordum. Bakışlarımı kaldırıp Gary’ye baktım. “Beni rahatsız eden de bu.”

* * *

On dört yaşında olduğun zamanları hatırlıyorum. Elinde kapağı grafiti desenli bir dizüstü bilgisayarla birlikte, okul raporun üzerinde çalışarak yatak odandan dışarı çıkacaksın.

“Her iki tarafın da galip geldiği durumlara ne denir anne?” Başımı bilgisayarımdan ve yazı yazdığım kâğıttan kaldırıp sana bakacağım. “Kazan-kazan durumunu mu kastediyorsun?”

“Bunun için kullanılan teknik bir terim var, matematiksel bir şey. Babamın burada olduğu ve borsadan bahsettiği o günü hatırlıyor musun? O terimi o zaman kullanmıştı.”

“Hmm, kulağa tanıdık geliyor, ama babanın ona ne dediğini hatırlayamıyorum.”

“Bilmem gerekiyor. O kelimeyi sosyal araştırma raporumda kullanmak istiyorum. Adını bilmeden hakkında araştırma bile yapamam.”

“Üzgünüm, ben de bilmiyorum. Neden babanı aramıyorsun?”

Yüz ifadene bakılırsa öğrenmek için o kadar çaba sarf etmek istemeyeceksin. O aralar babanla aran pek iyi olmayacak. “Arayıp sen sorsan olmaz mı? Ama benim için istediğini söyleme.”

“Bence babanı kendin arayabilirsin.”

Öfkeleneceksin. “Tanrım, anne, babamla ayrıldığınızdan beri ev ödevlerim konusunda yardım alamıyorum.”

Bu kadar çok konuyu boşanmaya bağlayabilmen hayret verici. “Ödevlerine yardım ediyorum.”

“Son seferin üzerinden milyonlarca yıl geçti anne.”

Bu dediğini görmezden geleceğim. “Elimden gelseydi sana yardım ederdim ama o şeye ne dendiğini hatırlamıyorum.”

Bir öf çekip yatak odana geri döneceksin.

* * *

Fırsat bulduğum her an hem diğer dil uzmanlarıyla birlikte hem de kendi başıma Heptapot B’ye çalıştım. Semasiografik bir lisanı okumanın tuhaflığı, Heptapot A’ya nazaran çok daha merak uyandırıcıydı ve yazma alanında kaydettiğim ilerleme beni heyecanlandırıyordu. Yazdığım cümleler zamanla daha biçimli, daha uyumlu bir hâle geldi. Üzerinde çok fazla düşünmediğim zaman daha iyi sonuç alabildiğim noktaya gelmiştim. Cümleyi yazmadan önce dikkatle tasarlamaya çalışmak yerine çizgileri derhâl atmaya başlıyordum; ilk çizgilerim hemen hemen her zaman söylemeye çalıştığım şeyin zarif bir temsiliyle uyumlu oluyordu. Heptapotlarınkine benzer bir beceri geliştiriyordum.

Daha da ilginç olanı, Heptapot B’nin düşünce şeklimi değiştirdiği gerçeğiydi. Benim için düşünmek her zaman iç sesle konuşmak anlamına gelirdi; mesleğimde de dediğimiz gibi, düşüncelerim ses bilimsel açıdan şifreliydi. İç sesim normalde İngilizce konuşur fakat bu şart değildir. Lise son sınıfın ardından, yaz tatilim sırasında Rusça öğrenmek için yoğun bir pratik programına katılmıştım; yazın sonlarına doğru Rusça düşünür, hatta Rusça rüya görür olmuştum. Ama daima sözlü Rusçaydı. Farklı bir dil, aynı mod: sessizce konuşan, gürültülü bir seda.

Dilsel ama ses bilimsel olmayan bir lisanda konuşma fikri beni daima çekmiştir. Ebeveynleri sağır olan bir arkadaşım vardı; Amerikan İşaret Dili’ni kullanarak büyümüştü ve çoğu zaman İngilizce yerine AİD’yle düşündüğünü söylemişti bana. Bir insanın düşüncelerinin manuel olarak kodlanmasının, bir iç ses yerine bir çift iç-elle mantık yürütmesinin nasıl bir şey olduğunu hep merak etmiştim.

Heptapot B’yle en az onun kadar yabancı olan bir şey tecrübe ediyordum; düşüncelerim grafiksel olarak kodlanmıştı. Gün içerisinde ara sıra düşüncelerimi iç sesimle ifade etmediğim, trans-benzeri anlar yaşıyor ve zihin gözümde pencere camına yayılan buzlar misali semagramlar görüyordum.

Akıcılığım arttıkça semagrafik desenlerim daha olgun görünmeye ve karmaşık fikirleri bile tümüyle aynı anda, düzgün bir biçimde ifade edebilmeye başladım. Gerçi düşünce hızım eskisine nazaran daha süratli değildi. Zihnim ileri koşuşturmak yerine semagramların altında yatan simetriyle dengede duruyordu. Semagramlar bir lisandan daha fazlası gibi görünüyordu; neredeyse birer mandaladan farksızdılar. Kendimi meditasyon hâlinde buluyor, neden ve sonuçların birbirinin yerine geçebildiği şekilde düşünüp taşınıyordum. Ne ifadelerin bağlandığı şekilde içsel bir yön vardı ne de belirli bir rotada ilerleyen bir ‘düşünce treni.’ Mantık yürütme eylemini gerçekleştiren tüm bileşenler eşit derecede güçlüydü ve hepsi de benzer üstünlüklere sahipti.

* * *

Dışişleri Bakanlığından gelen Hossner adlı bir milletvekili, Amerikalı bilim insanlarını heptapotlar hakkında bilgilendirmekle görevlendirildi. Görüntülü konuşma odasında oturup adamın çektiği vaazı dinledik. Mikrofonlarımız kapalıydı, bu sayede Hossner’ın lafını kesmeden Gary ile karşılıklı yorumlarda bulunabiliyorduk. Gary adamı dinlerken gözlerini o kadar çok deviriyordu ki onları bozabileceğinden endişelendim.

“Bunca yolu gelmelerinin bir nedeni olmalı,” dedi diplomat, hoparlörlerden tiz ve çirkin çıkan bir sesle. “Tanrı’ya şükür ki bizi fethetmeye niyetleri yok gibi görünüyor. Ama buraya geliş amaçları bu değilse o zaman ne? Maden mi arıyorlar? Antropologlar mı? Yoksa misyonerler mi? Gerekçeleri ne olursa olsun onlara verebileceğimiz bir şeyler olmalı. Belki de güneş sistemimizdeki minerallerin haklarını istiyorlardır. Ya da bizimle ilgili bilgi. Veya bize vaaz verebilme hakkı. İstedikleri bir şey olduğuna kesin gözüyle bakabiliriz.

“Demek istediğim şey şu: Burada olmalarının sebebi karşılıklı bir alışveriş olmayabilir, fakat bu bizim onlarla takas başlatamayacağımız anlamına gelmez. İhtiyacımız olan tek şey neden burada olduklarını ve ne istediklerini öğrenmek. Bu bilgiyi bir kez elde ettikten sonra takas pazarlıklarına başlayabiliriz.

“Heptapotlarla olan ilişkilerimizin düşmanca olmak zorunda olmadığının altını çizmem gerek. Bu, uzaylıların elde ettiği her kazancın bizim için bir kayıp anlamına geldiği o durumlardan biri falan değil. Eğer durumu düzgünce idare edebilirsek her iki taraf da bu işten kazançlı çıkabilir.”

“Bunun bir sıfır-toplamsız oyun olduğunu mu ima ediyorsun?” dedi Gary, sesinde sahte bir kuşkuculukla. “Aman Tanrım.”

* * *

“Sıfır-toplamsız oyun.”

“Ne?” Yönünü değiştirip odandan geri çıkacaksın.

“Her iki taraf da kazandığında buna sıfır-toplamsız oyun denir. Şimdi hatırladım.”

“İşte bu!” diyeceksin, terimi bilgisayarına kaydederken. “Teşekkürler anne!”

“Sanırım başından beri biliyordum,” diyeceğim. “Babanla geçirdiğim onca yıldan sonra bir kısmı bana da bulaşmış olsa gerek.”

“Bildiğini biliyordum,” diyeceksin. Bana ansızın, kısaca sarılacaksın; saçların elma gibi kokacak. “Sen bir numarasın.”

* * *

“Louise?”

“Hmm? Özür dilerim, dalmışım. Ne dedin?”

“Dedim ki, bizim şu Bay Hossner hakkında ne düşünüyorsun?”

“Düşünmemeyi tercih ediyorum.”

“Onu ben de denedim. Hükümeti görmezden gelmek, kendi kendine gider mi diye bakmak… İşe yaramıyor.”

Hossner sanki Gary’nin savını ispatlamak istermişçesine zırvalamaya devam etti. “Öncelikli vazifeniz şimdiye dek öğrendiklerinizi tekrar gözden geçirmek. Bize yardımcı olabilecek herhangi bir şey bulabilecek misiniz, bir bakın bakalım. Heptapotların ne istediğine işaret eden bir şey var mı? Ya da neye değer verdiklerine?”

“Tabii ya, bu tür şeyler aramak hiç aklımıza gelmemişti zaten,” dedim. “Hemen ilgileniyoruz efendim.”

“İşin üzücü olan yanı, yapacağımız şeyin tam olarak bu olması,” dedi Gary.

“Sorusu olan var mı?” diye sordu Hossner.

Forth Worth’teki aynanın başında vazifeli olan Burghart adlı dil uzmanı söz aldı. “Bunu heptapotlarla pek çok kez yaptık. Buraya gözlemlemek için geldiklerini ve bu bilginin takas edilemez olduğunu söyleyip duruyorlar.”

“Öyle olduğuna inanmamızı istiyorlar,” dedi Hossner. “Ama bir düşünün, bu nasıl doğru olabilir? Heptapotların ara sıra bizimle konuşmayı kestiğini biliyorum. Bu kendi adlarına taktiksel bir manevra olabilir. Eğer yarın onlarla konuşmayı kesen taraf biz olursak—”

“İlginç bir şey söylerse beni uyandır,” dedi Gary.

“Ben de tam aynı şeyi senden isteyecektim.”

* * *

Gary, Fermat İlkesi’ni bana ilk kez açıkladığında neredeyse her fizik kanununun bir varyasyon prensibi olarak ifade edilebileceğine değinmişti. Bununla birlikte insanlar ne zaman fizik kanunlarını düşünseler bunu her zamanki formülasyonlarıyla yapmayı tercih ediyorlardı. Bunu anlayabiliyordum; kinetik enerji veya hızlanma gibi fiziksel nitelikler insanların içgüdüsel olarak algıladığı, hepsi de bir nesnenin belirli bir zamandaki özelliklerine dayanan şeylerdi. Ve olayların kronolojik, gelişigüzel yorumuna yol açıyorlardı: Bir an bir diğerini doğuruyor, nedenler ve sonuçlar geçmişten geleceğe uzanan zincirleme bir reaksiyon başlatıyordu.

Heptapotların içgüdüsel bulduğu fiziksel nitelikler, yani integrallerle tanımlanan ‘devinim’ veya onun gibi şeylerse tam aksine ancak belirli bir zamandan sonra anlam kazanıyordu. Bunlar da olayların teleolojik yorumuna yol açıyordu; olayları belirli bir zaman boyunca izleyerek, giderilmesi gereken bir zorunluluk, minimize veya maksimize edilmesi gereken bir hedef olduğunu anlıyordunuz. Ve bu hedefi tutturabilmek için başlangıç ve sonuç durumlarını, nedenlere yol açmadan önce sonuçların ne olduğunu bilmeniz gerekiyordu.

Bunu da anlamaya başlıyordum.

* * *

“Neden?” diye soracaksın. Üç yaşındasın.

“Yatma vaktin geldi de ondan,” diyeceğim tekrardan. Saat ona dek seni yıkamayı başarmış ve pijamalarını giydirmiş, ama ondan öteye geçememiştik.

“Ama uykum yok ki,” diye sızlanacaksın. Kitaplığın yanında duruyor, izlemek için bir video kaseti yerinden çıkarıyor olacaksın: Yatmamak için geliştirdiğin son oyalama taktiği.

“Önemi yok, yine de yatmak zorundasın.”

“Ama neden?”

“Çünkü ben anneyim ve öyle diyorum.”

Bunu gerçekten de söyleyeceğim, değil mi? Tanrım, biri beni vursun.

Seni kucaklayıp koltuk altıma sıkıştıracak ve yatağına kadar taşıyacağım. Bu süre zarfında yürek parçalayıcı şekilde ağlayacaksın, ama umursadığım tek şey kendi sıkıntılarım olacak. Büyüyünce çocuğuma mantıklı cevaplar vereceğime, ona zeki ve düşünen bir birey gibi davranacağıma dair çocukken edilen tüm o yeminler boş; anneme dönüşeceğim. Ne kadar mücadele edersem edeyim o uzun ve berbat bayırdan aşağı yuvarlanmaktan kaçış yok.

* * *

Geleceği bilmek mümkün müydü? Sadece tahmin etmek değil, ne olacağını kati bir kesinlikle ve tüm detaylarıyla bilmek? Gary bir keresinde bana fiziğin temel kanunlarının zamansal açıdan simetrik olduğunu, geçmiş ile gelecek arasında fiziksel bir farklılığın bulunmadığını söylemişti. Bu beyandan yola çıkarak, “Evet, teorik olarak mümkün,” diyebilirsiniz. Ama daha somut anlamda konuşulduğunda ‘özgür irade’nin varlığı nedeniyle çoğu kişi, “Hayır,” diyecektir.

Bu itirazı Borgesvari bir masalcılıkla hayal etmeyi seviyorum. Geçmişte ve gelecekte gerçekleşen her olayın kaydını tutan bir vakayinamenin, Çağlar Kitabı’nın önünde duran bir kadın düşünün. Her ne kadar yazılanlar ışığın etkisiyle zamanla silinse de hâlâ devasa bir cilt bu. Kadın elinde bir büyüteçle insan cildi inceliğindeki sayfaları çevirmeye başlıyor; ta ki hayatının hikâyesini buluncaya dek… Çağlar Kitabı‘nın sayfalarını çevirdiğini betimleyen paragrafı bulup bir sonraki sütuna geçiyor ve o günün ilerleyen saatlerinde ne yaptığını detaylı bir biçimde okuyor. Kitapta Kaygısız adlı atın üstüne 100 dolar bahse gireceği ve yirmi misli para kazanacağı yazıyor.

Bunu yapmak aklından geçse de inatçı bir tip olduğundan bundan sonra hiçbir şekilde at yarışı oynamamaya karar veriyor.

Asıl sorun da bu. Çağlar Kitabı hatalı olamaz; bu senaryo kişinin kesin geleceği bilmesi üzerine kurulu, olası geleceği değil. Eğer bu bir Yunan mitolojisi olsaydı tüm çabalarına rağmen kaderini gerçekleştirmesi için şartlar kadına komplo kurardı. Ama mitolojilerdeki kehanetler belirsizlikleriyle ünlüdür, Çağlar Kitabı ise oldukça kesindir ve kadının belirtildiği şekilde at yarışı oynamaya zorlanması mümkün değildir. Ortaya çıkan sonuç bir karşıtlıktır: Çağlar Kitabı tanımı gereği doğru olmak zorundadır, yine de kitapta ne yazarsa yazsın, kadının aksini seçme şansı vardır. Bu iki gerçek nasıl olur da bir arada bulunabilir?

Yaygın cevap, “Bulunamaz,” idi. Çağlar Kitabı gibi bir cilt mantıken imkânsızdır, çünkü varlığı bir üstte değindiğim karşıtlığın ta kendisine neden olur. Ya da bazıları, cömert olmak adına, Çağlar Kitabı‘nın başkaları tarafından okunamayacağı sürece var olabileceğini söyleyebilirler; özel bir koleksiyonun parçasıdır ve kimsenin onu görmeye izni yoktur.

Özgür iradenin varlığının anlamı geleceği bilemememizdir. Ve özgür iradeyi bizzat tecrübe ettiğimizden onun gerçek olduğunu biliyoruz. İrade, bilincin özünde olan bir parçadır.

Yoksa değil midir? Ya geleceği bilmek kişiyi değiştiriyorsa? Ya nasıl hareket edeceğini tam olarak bilmesine rağmen yine de aynı şeyi yapmasına neden olan bir tür aciliyet, bir zorunluluk hissi uyandırıyorsa?

* * *

O gün kamptan ayrılmadan önce Gary’nin ofisinin kapısında durdum. “Ben çıkıyorum. Bir şeyler yemek ister misin?”

“Tabii, bir dakika bekle,” dedi. Bilgisayarını kapatıp evraklarından bazılarını bir araya topladı, sonra da başını kaldırıp bana baktı. “Hey, bu gece akşam yemeğini benim evimde yemeye ne dersin? Ben pişireceğim.”

Ona şüpheyle baktım. “Yemek pişirebiliyor musun?”

“Sadece bir çeşit,” diye itiraf etti. “Ama güzel bir yemektir.”

“Tamam,” dedim. “Varım.”

“Harika. Tek yapmamız gereken gidip malzemeleri satın almak.”

“Benim için zahmet—”

“Evimin yolu üzerinde bir market var. Bir dakikadan fazla sürmez.”

Ayrı ayrı arabalara bindik ve onu takibe koyuldum. Gary ansızın bir park alanına girince neredeyse onu kaybediyordum. Bir gurme marketiydi bu; çok büyük değildi ama zevkliydi. İthal yiyeceklerle doldurulmuş cam kavanozlar ve özel kap kacak setleri paslanmaz çelikten raflarda yan yana duruyordu.

Gary taze fesleğen, domates, sarımsak ve linguini alırken ben de ona eşlik ettim. “Yan tarafta da bir balıkçı var, oradan taze istiridye alabiliriz,” dedi.

“İyi fikir.” Mutfak eşyalarının bulunduğu bölümden geçtik. Gözlerim raflarda dolaştı -biber değirmenleri, havanlar, salata maşaları- ve ahşap bir salata kâsesinin üzerinde durdu.

Üç yaşına girdiğinde mutfak tezgâhındaki bir havluyu çekecek ve bu salata kâsesini kafana düşüreceksin. Onu yakalamaya çalışsam da başaramayacağım. Kâsenin kenarı alnının üst kısmını kesecek ve oraya tek bir dikiş attırmamız gerekecek. Acilde saatlerce beklerken, baban ve ben Sezar salata sosuna bulanmış bir hâlde, ağlayarak sana sarılacağız.

Uzanıp kâseyi raftan aldım. Kendimi bunu yapmaya mecburmuşum gibi hissetmedim. Aksine, düşerken onu yakalamaya çalışacağım andaki gibi bir aciliyet duygusu vardı içimde; izlemem gerektiğini bildiğim bir içgüdü.

“Bunun gibi bir salata kâsesi işime yarayabilir.”

Gary kâseye baktı ve onaylarcasına kafa salladı. “Gördün mü, markete uğramamız o kadar da kötü bir fikir değilmiş.”

“Evet, değilmiş.” Satın aldıklarımızı ödemek için sıraya girdik.

* * *

“Tavşan yemeğe hazır,” cümlesini ele alın. ‘Tavşan’ kelimesini ‘yeme’ fiilinin nesnesi olarak yorumladığınızda bu cümle akşam yemeğinin kısa bir süre içinde hazır olacağı duyurusu hâline gelir. ‘Tavşan’ kelimesini ‘yeme’ fiilinin öznesi olarak yorumladığınızdaysa küçük bir kızın annesine tavşan yemi paketini açtıran bir ima. Birbirinden son derece farklı iki ifade; hatta muhtemelen tekbir hane halkı için eşit derecede özeller. Yine de her ikisi de geçerli birer yorum; cümlenin ne anlama geldiğini sadece bağlam belirleyebilir.

Işığın suya tek bir açıyla çarptığı ve farklı bir açıyla yoluna devam ettiği fenomeni ele alın. Işığın yön değiştirmesine neden olan şeyin kırılma endeksindeki bir fark olduğunu ve olayı gözlemleyen kişinin dünyayı insanların gözünden gördüğünü söyleyerek durumu izah edin. Şimdi de ışığın hedefine varabilmek için gereken zamanı minimize ettiğini ve olayı gözlemleyen kişinin dünyayı heptapotların gözünden gördüğünü söyleyerek izah edin. Birbirinden oldukça farklı iki yorum.

Fiziksel evren, son derece muğlak bir gramere sahip olan bir lisandı. Yaşanan her fiziki olay biri nedensel, diğeri teleolojik olarak iki farklı şekilde ifade edilebilen birer telaffuzdu. Her ikisi de geçerliydi ve el altında ne kadar bağlam bulunursa bulunsun hiçbiri reddedilemezdi.

İnsanların ve heptapotların ataları bilincin ilk kıvılcımlarına kavuştuğunda her iki taraf da aynı fiziki dünyayı gözlemledi, fakat gözlemlerini farklı bir biçimde dile getirdiler; en nihayetinde meydana gelen dünya görüşleri ayrılığa neden oldu. İnsanlar ardışık bir farkındalık yöntemi geliştirirken, heptapotlarsa eş zamanlı bir farkındalık yöntemi geliştirdi. Biz olayları sırasıyla tecrübe edip aralarındaki ilişkiyi neden ve sonuçlara göre gözlemledik. Onlarsa tüm olayları aynı anda tecrübe edip hepsinin altında yatan amacı gözlemlediler. Minimize ve maksimize eden amacı.

* * *

Öldüğün günü bir kez daha rüyamda görüyorum. Düşümde dağa tırmanan kişi benim. Ben… Buna inanabiliyor musun? Sense üç yaşındasın ve sırtıma astığım bir tür çantanın içindesin. Dinlenebileceğimiz çıkıntının sadece birkaç adım altındayız. Fakat o kadar beklemek istemiyorsun, kendini çekip çantadan çıkarıyorsun, durmanı söylüyorum, ama beni dinlemiyorsun elbette. Sen çantadan çıktıkça ağırlığının bir o tarafa bir bu tarafa kaydığını hissediyorum; derken sol ayağınla omzuma basıyorsun, sonra da sağ. Sana bağırıp çağırıyorum, ancak tutunduğum yeri bırakıp sana uzanamıyorum. Sen yukarı tırmanırken ayakkabılarının altındaki dalgalı desenleri görebiliyorum, altındaki taşların ufalanmaya başladığını da öyle… Yanımdan kayıp düşüyorsun, kılımı bile kıpırdatamıyorum. Aşağı baktığımda giderek ufalıp gözden kayboluşuna şahit oluyorum.

Sonra ansızın kendimi morgda buluyorum. Bir hademe yüzünü örten örtüyü kaldırıyor ve yirmi beş yaşında olduğunu görüyorum.

“İyi misin?”

Yatağımda doğrulmuş bir vaziyette oturuyordum; hareketlerim Gary’yi uyandırmıştı. “İyiyim. Sadece şaşırdım, bir anlığına nerede olduğumu anlayamadım.”

“Bir dahaki sefere senin evinde kalabiliriz,” dedi, uykulu bir sesle.

Onu öptüm. “Endişelenme, senin evin de iyidir.” Sırtımı onun göğsüne yasladım, sarıldık ve tekrar uykuya daldık.

* * *

Sen üç yaşındayken, oldukça dik, sarmal bir merdiveni çıktığımız sırada elini sımsıkı tutacağım. Benden kaçınacaksın. “Kendim yapabilirim,” diye ısrar edecek, sonra da bunu kanıtlamak için harekete geçeceksin. Ve rüyamı hatırlayacağım. Bu sahneyi çocukluğun sırasında sayısız kez tekrarlayacağız. Zıt kişiliğini düşündüğümde tırmanma sevdanı yaratan şeyin sana karşı olan korumacı tavrım olduğuna neredeyse inanacağım. Önce çocuk parklarındaki demirler, sonra mahallemizdeki yeşil alanda bulunan ağaçlar, tırmanma kulübündeki kaya duvarları ve en nihayetinde de ulusal parklardaki kayalıklar.

* * *

Cümledeki son kökeni tamamlayıp tebeşiri yerine koydum ve masamın arkasındaki sandalyeye oturdum. Geriye doğru eğilip ofisimdeki kara tahtanın tamamını kaplayan devasa Heptapot B cümlesini inceledim. Çok sayıda karmaşık tümceciğe sahipti ve hepsini nispeten düzgün bir biçimde birleştirmeyi başarmıştım.

Bunun gibi bir cümleye bakarken uzaylıların neden Heptapot B gibi semasiografik bir yazma sistemi geliştirdiğini anlayabiliyordum; eş zamanlı farkındalık yöntemine sahip bir canlı türü için çok daha uygundu. Konuşmak onlar için bir tür darboğaz anlamına geliyor, çünkü bir kelimenin başka bir kelimeyi sıralı olarak takip etmesini gerektiriyordu. Öte yandan yazı yazarken sayfanın üzerindeki her işaret aynı anda görülebiliyordu. Neden yazı yazmayı bir glottografik deli gömleğiyle kısıtlayıp konuşma eylemi gibi ardışık olmasını talep edesiniz ki? Bu, heptapotların aklına hiçbir zaman gelmedi. Semasiografik yazılar bir sayfanın iki boyutluluğundan doğal olarak faydalanıyor, biçim birimlerini tek tek dağıtmak yerine onlarla dolu tam bir sayfayı aynı anda sunuyordu.

Artık Heptapot B’yi eş zamanlı bir bilinç yöntemi olarak görebildiğim için Heptapot A’nın gramerinin arkasında yatan mantığı da anlıyordum; ardışık zihnimin gereksiz bir karmaşıklık olarak görmüş olduğu şeyin aslında ardışık konuşmanın sınırlarına bir esneklik kazandırma çabası olduğunu görebiliyordum. Sonuç olarak artık Heptapot A’yı daha kolay bir biçimde kullanabiliyordum, gerçi Heptapot B’nin yanında hâlâ zayıf bir alternatif olarak kalıyordu.

Biri kapımı tıklattı, ardından Gary’nin kafası eşikten içeri uzandı. “Albay Weber az sonra burada olacak.”

Yüzümü buruşturdum. “Doğru ya.” Albay, Pırpır ve Frambuaz’la gerçekleştireceğimiz bir oturuma eşlik etmek için geliyordu. Bir tercüman olarak hareket etmem gerekiyordu. Ne eğitimini aldığım ne de sevdiğim bir iş…

Gary içeri girip kapıyı kapattı. Sonra da beni sandalyemden kaldırıp öptü.

Gülümsedim. “Weber buraya gelmeden önce beni neşelendirmeye mi çalışıyorsun?”

“Hayır, kendimi neşelendirmeye çalışıyorum.”

“Başından beri heptapotlarla konuşmakla falan ilgilenmiyordun, değil mi? Sadece beni yatağa atmak için bu projede çalışıyorsun.”

“Ah, işte şimdi beni bir kitap gibi okudun.”

Gözlerinin içine baktım. “Buna inansan iyi edersin,” dedim.

* * *

Henüz bir aylık olduğunu ve seni emzirmek için sabahın saat 2:00’sinde yataktan sendeleyerek kalktığımı hatırlıyorum. Odan pişik kremi, talk pudrası ve köşedeki çöp kutusundan yükselen hafif bir amonyak esintisinden oluşan o ‘bebek kokusu’yla dolu olacak. Bebek karyolana eğilecek, ağlayan siluetini kucağıma alacak ve sallanan sandalyeye oturup seni emzirmeye koyulacağım.

İngilizcede bebek anlamına gelen ‘infant’ kelimesi Latincede ‘konuşamayan’ anlamına gelen sözcükten türetilmiştir, fakat sen tek bir şeyi kusursuz bir kabiliyetle söyleyebileceksin: “Sıkıntım var.” Ve bunu herhangi bir yorulma veya tereddüt belirtisi göstermeden yapacaksın. Bu beyana gösterdiğin kesin sadakat hayranlık duyulası. Ağladığında zulmün hayat bulmuş hâline dönüşüyorsun ve vücudundaki her bir kas bu duyguyu yansıtıyor. Komik, çünkü sakin olduğunda da etrafına ışık yayıyormuş gibi görünüyorsun. Eğer böyle anlarda biri senin bir portreni çizecek olsa ona haleyi eklemeyi unutmaması için ısrar ederdim. Ama mutsuz olduğun zamanlarda bir klaksona, ses yaymak için imal edilmiş bir şeye dönüşüyorsun. O anlarda çizilecek portren ise bir yangın alarmı olmalı.

Hayatının o evresinde senin için bir geçmiş ya da bir gelecek olmayacak; ben seni emzirene dek geçmişte yaşadığın bir memnuniyete veya gelecekten beklediğin bir rahatlamaya dair anıların bulunmayacak. Sütümü emmeye başladığında her şey tersine dönecek ve tüm dünya rayına oturacak. Gözlemlediğin tek zaman dilimi ŞİMDİ olacak; şimdiki zaman kipinde yaşayacaksın. Bu pek çok açından kıskanılası bir durum.

* * *

Heptapotlar bizim anladığımız açıdan ne o konseptlere bağlılar ne de onlardan bağımsızlar; ne iradeleriyle hareket ediyorlar nede çaresiz birer robotlar. Heptapotların farkındalık yöntemini ayrı kılan şey sadece eylemlerinin tarihî olaylarla kesişmesi değil; aynı zamanda gerekçeleri de tarihin amaçlarıyla kesişiyor. Geleceği yaratacak, bir kronolojiyi canlandıracak şekilde hareket ediyorlar.

Özgürlük bir aldatmaca değildir, ardışık bilincin bağlamında son derece gerçektir. Eş zamanlı bilincin bağlamı dâhilinde de anlamsız değildir, ama zorlama hiç değildir; sadece farklı türde bir bağlamdır, hepsi bu. Diğerinden ne daha çok ne de daha az geçerlidir. Belli bir açıdan baktığınızda yüzünü sizden öteye çevirmiş genç ve zarif bir kadın, diğer açıdan baktığınızdaysa çenesini göğsüne gömmüş, burnu siğillerle kaplı bir cadı gibi görünen şu ünlü optik illüzyon gibidir. ‘Doğru’ bir yorumu yoktur; her ikisi de eşit derecede geçerlidir. Ama ikisini aynı anda göremezsiniz.

Aynı şekilde, geleceği bilmek de özgür iradeyle uyumsuzdur. Seçme özgürlüğümü kullanmamı mümkün kılan şey geleceği bilmemi imkânsız kıldı. Buna karşılık, artık geleceği bildiğim için asla onu değiştirecek şekilde hareket edemiyor, bildiklerimi başkalarına anlatamıyorum. Geleceği bilenler onun hakkında konuşmazlar. Çağlar Kitabı‘nı okuyanlar bunu asla itiraf etmezler.

* * *

Videoyu çalıştırıp Forth Worth’teki aynada gerçekleştirilen oturumlardan birinin kasetini cihaza yerleştirdim. Diplomatik bir müzakereci heptapotlardan biriyle görüşürken Burghart da onlara tercümanlık yapıyordu.

Müzakereci insanların ahlaki inançlarını tarif ediyor, fedakârlık konsepti için zemin hazırlamaya çalışıyordu. Heptapotların bu tür sohbetlerin muhtemel sonucuna alışkın olduğunu biliyordum, fakat buna rağmen iştirak etmeye şevkle devam ediyorlardı.

Eğer bunu tanımadığım birine anlatmaya kalksaydım, “Madem heptapotlar söyleyecekleri ve duyacakları her şeyi biliyor, o zaman neden bu lisanları kullanmakla uğraşıyorlar ki?” diye sorabilirdi. Mantıklı bir soru. Lâkin lisan sadece bir iletişim aracı değildi, aynı zamanda bir eylem biçimiydi. Söz-edimi kuramına göre, “Tutuklusun,” “Bu bedeni vaftiz ediyorum,” veya “Söz veriyorum,” gibi ifadelerin tamamı edimseldir. Bir konuşmacı bir eylemi sadece kelimeleri telaffuz ederek gerçekleştirebilir. Böyle eylemler söz konusu olduğunda ne söyleyeceğinizi bilmek hiçbir şeyi değiştirmez. Bir nikâha katılan herkes, “Ben de sizi karı koca ilan ediyorum,” sözcüklerini duymayı bekler, ama evlendirme memuru o kelimeleri telaffuz edene dek tören geçersiz sayılır. Edimsel lisanda söylemek yapmaya eşittir.

Heptapotlar için bütün diller edimseldi. Bir dili bilgilendirmek için değil, gerçekleştirmek için kullanıyorlardı. Evet, her sohbette söylenecekleri önceden biliyorlardı, fakat bildiklerinin gerçek olması için o sohbetin yapılması gerekiyordu.

* * *

“Altınbukle önce Baba Ayı‘nın yulaf lapası kâsesini denedi, fakat ağzına kadar Brüksel lahanasıyla doluydu ve kız bundan nefret ederdi.”

Güleceksin. “Hayır, bu doğru değil!” Kanepede yan yana oturacağız. Kucağımızda masalın ince, pahalı bir cildi olacak.

Okumaya devam edeceğim. “Altınbukle bunun üzerine Anne Ayı’nın yulaf lapası kâsesini denedi, ama o da ıspanakla doluydu ve kız bundan da nefret ederdi.”

Ellerini sayfanın üstüne koyup beni durduracaksın. “Düzgün okuman gerek!”

“Aynen burada yazdığı gibi okuyorum,” diyeceğim masumca. “Hayır, okumuyorsun. Hikâye böyle devam etmiyor.”

“Eh, madem hikâyenin nasıl devam ettiğini biliyorsun, o zaman neden onu bana okutuyorsun?”

“Çünkü dinlemek istiyorum!”

* * *

Weber’in ofisindeki klima, adamla konuşmak zorunda kalmanızı neredeyse telafi ediyordu.

“Bir tür değiş tokuş yapmaya hazırlar,” diye açıkladım, “fakat bu bir alışveriş olmayacak. Onlara bir şey vereceğiz, onlar da karşılığında bize bir şey verecek. Her iki taraf da diğerine ne vereceğini önceden söylemeyecek.”

Albay Weber’in kaşları hafifçe çatıldı. “Hediye vermeye hazır olduklarını mı söylüyorsunuz yani?”

Ne söylemem gerektiğini biliyordum. “Bunu bir ‘hediye verme’ olarak görmemeliyiz. Bu alışverişin heptapotlar için karşılıklı hediyeleşmeyle aynı anlama gelip gelmediğini bilmiyoruz.”

“Ne tür bir—” Doğru kelimeyi bulmaya çalıştı. “—hediye istediğimize dair ipucu verebilir miyiz?”

“Bu tür alışverişlerde böyle bir şey yapmıyorlar. Onlara bir talepte bulunup bulunamayacağımızı sordum ve bunu yapabileceğimizi söylediler; ama bu bize ne vereceklerini söylemelerini sağlamıyor.” Ansızın ‘edimsel’ kelimesinin biçim bilimsel karşılığının ‘performans’ olduğunu hatırladım, ki bu da sohbet ederken söylemeniz gerekenleri bilme hissini tarif edebilirdi; bir tiyatroda sahne performansı sergilemek gibiydi.

“Peki bunu yaparsak istediğimiz şeyi verme olasılıklarını artırabilir miyiz?” diye sordu Albay Weber. Senaryoyu okumadığı oldukça barizdi, yine de verdiği cevaplar, söylemesi gereken satırlara aynen uyuyordu.

“Bilmenin bir yolu yok,” dedim. “Bu onların âdeti olmadığından böyle bir şeyin mümkün olduğunu sanmıyorum.”

“Hediyemizi ilk önce biz verirsek armağanımızın değeri onların bize vereceği şeyin kıymetini artırır mı?” Albay doğaçlama yaparken bense bu yegâne gösteriyi dikkatli bir biçimde ezberimden okuyordum.

“Hayır,” dedim. “Anlayabildiğimiz kadarıyla değiş tokuş edilen nesnelerin değeri birbiri ile bağıntısız.”

“Keşke akrabalarım da böyle düşünseydi,” diye mırıldandı Gary.

Albay Weber’in dikkatini ona çevirmesini izledim. “Fiziki tartışmalardan yeni bir şey çıkarabildiniz mi?” diye sordu, repliğine sadık kalarak.

“İnsanoğlu için yeni olan herhangi bir bilgiyi kastediyorsanız hayır,” dedi Gary. “Heptapotlar rutinlerinin dışına çıkmadı. Onlara bir şey sergilersek bize onunla ilgili kendi formülasyonlarını gösteriyorlar; fakat hiçbir şeye gönüllü olmuyor ve neler bildikleriyle ilgili sorularımıza cevap vermiyorlar.”

İnsanların dilindeki spontane ve iletişimsel bir söz, Heptapot B’nin ışığında bakıldığında törensel bir kıraate dönüşüyordu.

Weber kaşlarını çattı. “Peki o zaman, bakalım Dışişleri Bakanlığı bu konu hakkında ne düşünecek? Bir tür hediyeleşme töreni ayarlayabiliriz belki.”

Nasıl ki her fiziksel olayın nedensel ve teleolojik birer yorumu varsa dilsel olayların da iki farklı olası yorumu bulunur: bilgi iletimi ve bir planın gerçeklemesi.

“Sanırım bu iyi bir fikir Albay,” dedim.

Çoğu kişinin fark edemeyeceği, iki manaya birden gelen bir cevaptı bu. Özel bir şaka; açıklamamı istemeyin.

* * *

Her ne kadar Heptapot B’de ustalaşsam da gerçekliği onlar gibi tecrübe edemeyeceğimi biliyorum. Zihnim insani kalıpların, ardışık lisanların içindeydi ve bir uzaylı lisanına ne kadar maruz kalırsam kalayım tamamen değiştirilemezdi. Dünya görüşüm, insan ve heptapottan oluşan bir amalgamdı.

Heptapot B’yle nasıl düşüneceğimi öğrenmeden önce hatıralarım bilincimi temsil eden, sonsuz derecede küçük bir şeritten dökülen sigara külleri misali birikir ve ardışık şimdiki zamanı işaretlerdi. Heptapot B’yi öğrendikten sonraysa yeni anılarım her biri yıllarla ölçülen bir zaman dilimini kapsayan devasa bloklar hâlinde yerli yerine düşmeye başladı; sırayla ya da bitişik vaziyette gelmemelerine rağmen çok geçmeden elli yıllık bir periyot oluşturdular.

Heptapot B genellikle sadece hatıralarımı etkiliyor; bilincim tıpkı eskiden olduğu gibi, parlayan bir şerit hâlinde geleceğe doğru emekleyerek ilerliyor. Tek farkı hatıralarımın küllerinin artık hem önde hem de arkada uzanması; gerçek bir yanma yok. Ama Heptapot B’nin dizginleri sahiden de ele aldığı ender anlarda göz ucuyla bir şeyler görüyor ve hem geçmişi hem de geleceği aynı anda tecrübe ediyorum; bilincim zamandan bağımsız bir şekilde yanan, yarım yüzyıl uzunluğundaki bir köze dönüşüyor. O kısacık anlar esnasında tüm o zaman dilimini aynı anda gözlemleyebiliyorum. Ömrümün geri kalanını, senin hayatınınsa tamamını kapsayan bir periyot bu.

* * *

“Haydi başlayalım,” anlamına gelen “Bizi-kapsayan-bitiş-noktasını-yaratma-süreci-işlemi” semagramlarını yazdım. Frambuaz olumlu yanıt verdi ve slayt gösterisi başladı. Heptapotların kurduğu ikinci ekrandan semagramlardan ve denklemlerden oluşan bir dizi resim geçerken bizim ekranlarımızdan biri de aynı şeyi yapıyordu.

Bu iştirak ettiğim ikinci, toplamdaysa sekizinci ‘hediye değiş tokuşu’ idi ve bunun son olacağını biliyordum. Ayna çadırının içi insanlarla doluydu; Forth Worth’ten Burghart buradaydı, Gary ve bir nükleer fizikçi, çeşitli biyoloji uzmanları, antropologlar, ordu bandosu ve diplomatlar da öyle. Neyse ki içeriyi serin tutmak için mekâna bir klima monte etmişlerdi. Heptapotların ‘hediyelerinin’ ne olduğunu anlamak için daha sonra video kayıtlarını gözden geçirecektik. Bizim ‘hediyemiz’ Lascaux Mağarasındaki duvar resimlerinin bir sunumuydu.

Hep birlikte heptapotların ikinci ekranının etrafına toplanmış, geçip giden resimlerden bir anlam çıkarmaya çalışıyorduk. “İlk tahminleriniz nedir?” diye sordu Albay Weber.

“Bir iade değil,” dedi Burghart. Önceki değiş tokuş sırasında heptapotlar bize daha önce kendimizle ilgili anlattığımız bilgileri vermişti. Dışişleri Bakanlığı buna çok öfkelenmişti, fakat bunun bir hakaret olduğunu düşünmek için herhangi bir sebebimiz yoktu; takas değerinin bu değiş tokuşlarda ciddi bir rolü olmadığını ima ediyordu muhtemelen. Heptapotların bize uzayda seyahat edebilme yöntemi, soğuk füzyon veya hayalleri gerçek kılan bir başka mucize teklif edebileceği ihtimalini ortadan kaldırmıyordu.

“İnorganik kimyaya benziyor,” dedi nükleer fizikçi, resim değişmeden önce ekranda görünen denklemi işaret ederek.

Gary başıyla onayladı. “Materyal teknolojisi olabilir.”

“Galiba sonunda bir yerlere varıyoruz,” dedi Albay Weber.

“Ben daha çok hayvan resmi görmek istiyorum,” diye fısıldadım, sadece Gary’nin duyabileceği bir sesle ve bir çocuk gibi surat astım. O da gülümseyip beni dürttü. Doğrusunu söylemek gerekirse heptapotların son iki takas sırasında yaptıkları gibi, bir başka zenobiyoloji dersi vermelerini tercih ederdim; o derslere baktığınızda insanların heptapotlara bugüne dek karşılaştıkları tüm ırklardan daha fazla benzediğini görebilirdiniz. Ya da heptapot tarihi üzerine bir başka ders de olabilirdi; görünürde konuyla ilgisiz bir sürü şeyle dolu olsalar da yine de ilginçtiler. Bize yeni bir teknoloji vermelerini arzulamıyor, çünkü hükümetlerimizin onunla neler yapabileceğini görmek istemiyordum.

Bilgi değiş tokuş edilirken ben de Frambuaz’ı izleyerek alışılmışın dışında herhangi bir davranışta bulunup bulunmadığını gözlemledim. Her zamanki gibi neredeyse kıpırtısız duruyordu; kısa süre sonra yaşanacaklara dair bir emare göremedim.

Bir dakika sonra heptapotların ekranı karardı ve bir dakika daha geçtikten sonra bizimki de aynı şeyi yaptı. Gary ile diğer bilim insanlarının çoğu heptapotların sunumunu baştan oynatan küçük ekranın başına toplandı. Bir katı hâl fizikçisi çağırmaları gerektiğinden bahsettiklerini duyabiliyordum.

Albay Weber bana doğru döndü. “Siz ikiniz,” dedi, beni ve Burghart’ı göstererek. “Bir sonraki takasın yerini ve zamanını belirleyin.” Ardından ekranın başına toplananları takip etti.

“Hemen hallediyoruz,” dedim. “Bu şerefin sana ait olmasını ister misin, yoksa ben mi yapayım?” diye sordum Burghart’a. Adamın Heptapot B’ye benimkine denk bir ustalık kazandığını biliyordum. “Bu senin aynan,” dedi. “Sen sür.”

Bir kez daha verici bilgisayarının başına oturdum. “Bahse girerim bir üniversite öğrencisiyken günün birinde ordu için tercümanlık yapacağını aklının ucundan bile geçirmemişsindir.”

“Emin olabilirsin,” dedi. “Şu anda bile buna inanmakta güçlük çekiyorum.” Birbirimize söylediğimiz her şey halka açık bir alanda karşılaşan ama yine de gizli kimliklerini ifşa etmeyen iki ajanın tatsız konuşmalarına benziyordu.
Yansıtmalı görünüş modülasyonu aracılığıyla, “Bizi-kapsayan-değiş-tokuş-işlemi-görüşmesi-mevki” manasına gelen semagramları yazdım. Frambuaz da bana bir cevap yazdı. Rolüm gereği kaşlarımı çatmamın, Burghart’ın ise, “Ne demek istiyor?” diye sormasının vakti gelmişti. Adamın zamanlaması kusursuzdu.

Frambuaz’dan daha açık konuşmasını talep ettim. Verdiği cevap bir öncekiyle aynıydı. Sonra da odadan süzülerek çıkmasını izledim. Oyunumuzun bu sahnesi için perde inmek üzereydi. Albay Weber öne çıktı. “Neler oluyor? Nereye gitti?”

“Heptapotlar artık gidiyor, dedi. Sadece kendisi değil, hepsi.”

“Onu hemen geri çağırın. Bunun ne anlama geldiğini sorun.”

“Şey, Frambuaz’ın bir çağrı cihazı kullandığını sanmıyorum,” dedim.

Aynadaki oda görüntüsü o kadar ani bir şekilde ortadan kayboldu ki neye baktığımı fark edebilmem için birkaç saniye geçmesi gerekti: çadırın öteki yarısına. Ayna tamamen şeffaf hâle gelmişti. Video ekranının çevresindeki konuşmalar kesiliverdi.

“Neler oluyor lan burada?” diye sordu Albay Weber.

Gary aynaya doğru yürüdü, sonra da etrafından dolaşıp öteki tarafına geçti. Eliyle arka yüzeyine dokundu; parmaklarının cama temas ettiği noktalarda oluşan solgun ve oval izleri görebiliyordum. “Galiba,” dedi, “menzilli bir transmutasyon gösterisine tanık olduk.”

Kuru çimenlerin üzerinde koşturan ayak sesleri işittim. Elinde kocaman bir telsiz tutan bir asker nefes nefese çadıra girdi. “Albayım, mesajınız—”

Weber telsizi onun elinden kaptı.

* * *

Henüz bir günlükken seni seyretmenin nasıl bir his olduğunu hatırlıyorum. Baban hastane kafeteryasına hızlı bir ziyarette bulunurken, sen de beşiğinde yatacaksın. Üzerine eğileceğim.

Doğum yapmamın üzerinden çok fazla zaman geçmemiş olacak ve kendimi hâlâ burulmuş bir havlu gibi hissedeceğim. Hamileliğim sırasında kendimi devasa hissetmeme rağmen aykırı bir biçimde minicik görüneceksin; karnımda senden çok daha iri ve gürbüz birinin sığacağı kadar yer olduğuna yemin edebilirim. Ellerinle ayakların uzun ve ince olacak, yamuk yumuk olmalarına daha var. Yüzün hâlâ kıpkırmızı ve kabarık göz kapakların sımsıkı kapalı; nur topu gibi olmadan önceki o cücevari aşamada olacaksın.

Bir parmağımı göbeğinde gezdirip cildinin esrarengiz yumuşaklığı karşısında hayrete düşecek, ipeğin vücudunu çuval beziymiş gibi aşındırıp aşındırmayacağını merak edeceğim. Derken debelenip vücudunu döndürecek, bacaklarını birer birer sallayacaksın ve içimdeyken pek çok kereler tekrarladığın bu hareketi tanıyacağım. Demek böyle görünüyormuş.

Anne-bebek arasındaki bu eşsiz bağ, taşıdığım kişinin sen olduğunun katiyeti karşısında kendimi çok mutlu hissedeceğim. Daha önce bir kerecik dahi görmemiş olsaydım bile seni bir bebek denizinin içinde tanıyabilirdim: Hayır, bu değil. Hayır, bu da değil. Dur, işte şuradaki.

Evet, bu o. Bu benim kızım.

* * *

Heptapotları son kez son ‘hediye takası’ esnasında gördük. Dünyanın dört bir yanındaki aynaları aynı anda şeffaflaştı ve tüm gemileri yörüngeyi terk etti. Daha sonra uyguladığımız analizlerin sonucunda aynaların erimiş silikadan ibaret olduğu ortaya çıktı. Tamamen durağandılar. Son takas oturumunda elde edilen bilginin yeni bir süper iletken materyaline ait olduğu anlaşıldı, fakat daha sonra bunun Japonya’da kısa süre önce gerçekleştirilmiş bir araştırmanın kopyası olduğu ortaya çıktı; insanların hâlihazırda bilmediği hiçbir şey yoktu.

Heptapotların neden gittiğini hiçbir zaman öğrenemedik, onları buraya neyin getirdiğini veya yaptıkları şeyi neden yaptıklarını da öyle… Yeni farkındalığım bu türden bir bilgi sağlamıyordu; heptapotların davranışı ardışık bir bakış açısından bakıldığında açıklanabilirdi muhtemelen, ama o açıklamayı asla bulamadık.

Heptapotların dünya görüşünü daha fazla deneyimleyebilmeyi, onlar gibi hissedebilmeyi isterdim. Öte yandan belki de hayatımın geri kalanı boyunca olayların köpüklü dalgalarında salınmaktansa kendimi onların zaruretine, mutlaka gerçekleşmesi gereken hâline bırakmalıyım. Ama bu hiçbir zaman olmayacak. Heptapotların dilini öğrenmeye devam edeceğim, tıpkı diğer aynalarda çalışan öteki dil uzmanları gibi; ancak hiçbirimiz onlar buradayken kaydettiğimiz ilerlemenin ötesine geçemeyeceğiz.

Heptapotlarla çalışmak hayatımı değiştirdi. Babanla tanıştım ve Heptapot B’yi öğrendim; her ikisi de seninle burada, ay ışığı altındaki sundurmada tanışabilmemi mümkün kıldı. Eninde sonunda, bundan yıllar sonra baban yanımda olmayacak. Sen de öyle… Bu andan bana kalan tek şey heptapot lisanı olacak. O yüzden dikkatimi topluyor ve her detayı not ediyorum.

Başından beri kaderimi biliyordum ve yolumu ona göre seçtim. Peki sonsuz bir mutluluk elde etmek için mi çabalıyorum, yoksa sonsuz bir acı mı? Bir minimuma mı ulaşacağım, yoksa bir maksimuma mı?

Bu sorular aklımda cirit atarken baban bana bir soru soruyor. “Bebek yapmak ister misin?” Ben de gülümseyip cevap veriyorum. “Evet.” Etrafımdaki kollarını çözüyorum ve aşk yapmak, seni yapmak için içeri girerken el ele tutuşuyoruz.

SON





Bilibili Yavrucak, Zıbartan Teması © 2017 - 2021 Bilibililer