1. KRİZLER
Toplumlarımızda
kendilerini gösteren ciddi krizlerin içinde en kolay seçilebilen şey kültürdür.
Bununla birlikte, “dehşetle olan içlidışlılığımızın” insanlık için oluşturduğu,
ve “mutlak yenilgi” olarak adlandırabileceğimiz şeyden önce kültürden yeniden
söz etmek istemekte haksız değil miyiz? Çünkü “sanat, entelektüel uğraşlar,
doğa bilimleri, sayısız derin bilgi biçimi zaman ve mekân içindeki katliam
alanlarının ve Nazi ölüm kamplarının çok yakınında filizleniyordu. Eğitim ve
siyasal pratik, Weimar’ın mirası ve birkaç metre ötedeki Buchenwald gerçekliği
arasında ayrılma” olmadı mı? Auschwitz’in temsil ettiği kültür-sonrası,
Dante’nin Cehennemini “toprağın üstüne” taşımadı mı? George Steiner’in, T. S.
Eliot’un yine de dikkat çekici olan Notes towards a Definition of Culture
denemesini, “problemle başa çıkmaktaki yetersizliği” nedeniyle kınadığını
hatırlıyoruz. Kosova, Bosna, Ruanda, Cezayir ve aktüel dünyadaki birçok başka
yer, bizi bugün yeniden “dehşetle içlidışlı” bir hale getirmedi mi? Bunun
kanıtı, Adorno’nun Auschwitz’le ilgili olarak ortaya çıkardığı gibi, “çoğu
zaman yalnızca bu konulardan söz eden birini bile -bunu ihtiyatlı bir şekilde
yapmadığı ölçüde- sanki katillerin yerine o suçlu hale geliyormuşçasına,
kendimizden uzaklaştırıyor” olmamızdır.
1948 tarihli İnsan Hakları
Evrensel Bildirisi metni ve sayısız ayrılığın ötesinde yol açtığı olağanüstü
birlik, 20. yüzyılın en büyük kazanımlarıdır. Gerçekten de “insan soyunun tüm
üyelerinden ayrılmaz olan onur ile onların eşit ve devredilemez haklarının
tanınmasının, dünyada özgürlüğün, adaletin ve barışın temeli olduğu” kabul
edilmiştir. Haklar zaten bölünemezdirler. İlk madde “insanların hak ve onur
yönünden özgür ve eşit doğduklarını” belirtir. “İnsanlar doğuştan akla ve
bilince sahiptirler, ve birbirlerine kardeşlik ruhu içinde davranmalıdırlar”.
Elli yıl sonra bile, değerinden hiçbir şey kaybetmeyen bu sözlerin her
zamankinden daha acil olduğu iyice anlaşılmıştır. Buna karşın son derece
şaşırtıcı olan, apaçık etkisiz oluşlarıdır. Uluslararası Af Örgütü’nün
oluşturduğu suç listelerinin de gösterdiği gibi, aslında bu dünyada insan
hakları giderek daha çok hiçe sayılmaktadır. Eğer Bildiri’nin ilkelerinin
140’tan fazla ülke ve bölgede ihlal edilmeye devam ediyor oluşu, bu ilkelerin
bilinçlere hiç yerleşmediğini gösterir. Buna nasıl bir çare bulunabilir?
Üstelik, dünya aç uluslar
ve bolluk içindeki uluslar olarak bölünmedi mi? Zengin ülkeler ve yoksul
ülkeler arasındaki eşitsizliğe, aynı ülke içindeki açık toplumsal eşitsizlikler
ve en dayanılmaz ayrımcılık biçimleri de eklenmektedir: “1,3 milyar insan
yoksulluk içinde yaşamaktadır”; “800 milyona yakın insan doyasıya
yiyememektedir” ve “gelişmekte olan ülkelerdeki çocukların üçte birinden
fazlası beslenme bozukluğu ve kilo yetersizliğinden zarar görmektedir” (Michel
Beaud). “1929 bunalımının en kötü günlerinde bile, ihmal edilenlerin sayısı bu
kadar yüksek değildi. Eğer 20 milyon işsize, her türlü dışlanmış olanları da
eklersek, bu sürekli yoksullaşan 50 milyon kişilik bir Avrupa nüfusu eden […]
Bunlardan 10 milyonu yoksulluk sınırının altında yaşamak kaydıyla.” Bu
eşitsizlikler günden güne artmaktadır. “Dördüncü Dünya” deyişi, bir yandan en
az gelişmiş ülkeleri diğer yandan orta ya da yüksek gelirli ülkelerdeki aşırı
yoksul bölgeleri adlandırmak için kullanılmaktadır. Azgelişmişlik ve çok
gelişmişlik her yerde kabul edilemeyecek bir biçimde bir arada bulunmaktadır.
Yeni eşitsizlikler, yeni marjinalleştirmeler, yeni aşırı yoksulluk durumları,
ortaya çıktıkları yerlerde son derece aleni adaletsizlikler sergileyerek çok
büyük kazançların kaynağı olan küreselleşme sürecine eşlik etmektedirler, öyle
ki insanların temel gereksinimlerinden yoksun olduğu bu durumların ortadan
kaldırılması mutlak bir önceliğe sahip olmalıdır.[18] Bundan çok uzakta
bulunmaktayız. Günümüz dünyasında en kârlı “mal” ölüm silahlarıdır;
teknokratlar bu silahların, bizzat bunları üretenlere karşı ve altına
girdikleri borçla mahvolmuş Üçüncü Dünya ülkelerine satışını desteklemek gibi
parlak bir fikre sahip olmuşlardır, çünkü benzer satın alımlar için borç almak
gerekmiştir. Ayrıca öyle görünüyor ki, “dünyanın en zengin 3 insanının serveti,
en yoksul 48 ülkenin, ki bu Dünya devletlerinin toplamının dörtte biridir,
gayri safi milli hasılasının toplamından fazladır”. Gerçekte, “Birleşmiş Milletler’e
göre, tüm dünya nüfusunun temel ihtiyaçlarını karşılamak için (besin,
içilebilir su, eğitim, sağlık) dünyanın en büyük 225 serveti üzerinden, toplam
zenginliğin % 4’ünden azını almak yeterli olacaktır”. Kıtlıkla ilgili olarak,
1998 Nobel ekonomi ödülü sahibi Amartya Sen, “korkunç açlık tarihindeki en
dikkate değer noktalardan biri olarak, demokratik bir yönetim şekline ve
nispeten özgür bir basına sahip olan hiçbir ülkede hiçbir zaman ciddi bir
kıtlık meydana gelmemiş olmasına” dikkat çekmektedir.
“Adalet” en zenginlere
bile olsa borçların (aşırı faizler de dahil) ödenmesini gerektirir, böylelikle
zenginler daha da zenginleşeceklerdir. Ama aynı zamanda bunun, en yoksunlara
aldırmadan, sert budama hareketleriyle yapılmasını mı gerektirir; “canı pahasına”mı
zorlar? Bu “adaletin”, toplumsal adalet ve bizzat hakkaniyet üzerinde öncelik
hakkı olacak mıdır? Şayet sonuçları işsizlik, adsız sefalet, toplumsal barışın,
yani toplumun yok edilmesi olacaksa, bu adalet ne adına olacaktır? Bu şekilde,
sözcüğün en basit anlamıyla, bizzat ekonomiye yardımcı olabileceğimizi mi
sanmaktayız? Ignacio Ramonet problemi çok iyi özetlemektedir: “[…] Sözcüklerin
ve şeylerin, bedenlerin ve ruhların, doğanın ve kültürün yaygın
metalaştırılması, ki bu çağımızın temel özelliğidir, şiddeti yeni ideolojik düzenin
merkezine yerleştirir.”
2.
ÖZYIKIM
Diğer yandan, özyıkım
olgusunun, göreli maddi bolluk içindeki toplumlarımızda en çok da Kuzey
Amerika’da ve Avrupa’da, elbette yaşlı insanlarda, ama özellikle gücünü
yitirmiş, idealden yoksun bir toplumun karşılığını hayatıyla ödeyen ve
kınanması gereken gençler arasındaki artışı karşısında - uyuşturucu, şiddet,
suç oranı, birçok simgesel intihar davranışı ya da kelimenin gerçek anlamıyla
sadece intihar - yeniden kültürden söz etmek istemekle çok mu haksızlık
ediyoruz? Bu daha çok eğitimciler ya da ebeveynler için - ki hepimiz uzaktan ya
da yakından öyleyiz -, acil bir problem oluşturmuyor mu? “Kültür”, ne vahşeti
ne ekonomik, toplumsal ve siyasal yıkımları ne de bizim toplumlarımıza özgü bu
son kötülükleri engellemeyi başaramadığına göre, kültürle uğraşmak kaçma ve
sorumsuzluk anlamına gelmiyor mu?
Bununla birlikte, tam
anlamıyla ve yalnızca hesap açısından, dar görüşlü “pragmatikler” bile (Tırnak
işareti içinde: Gerçekler söz konusu olduğunda tam zıttırlar), örneğin, aşırı
uyuşturucu kullanımının beraberinde getirdiği ekonomik maliyetlerdeki baş
döndürücü artışa karşı duyarlı olmalı ve uyuşturucu kullanımlarının nedeni
konusunda kendilerini sorgulamalıdırlar. Biliyoruz ki en azından Amerika
Birleşik Devletleri’nde, AIDS daha çok eroin kullanıcılarının damar içi iğneler
için kullandığı hastalıklı şırıngalarla geçmektedir. Değerli biyolog-hekim
Lewis Thomas’ın saptamasına göre, söz konusu olan milyonlarca insanın,
çoğunlukla da gençlerin bakımı, “uzun dönemler, aylar, hatta yıllar boyunca
tıbbın ulaşabileceği en ileri ve en pahalı teknolojileri; yavaş, acılı ve
(olaylar bu durumdayken) büsbütün kaçınılmaz ölümleri” zorunlu kılacaktır. […]
[Ve ekler] “Ülke için, bu kadar büyük sayıda genç yurttaşımızın boşu boşuna
kaybedilmesinin, büyüklüğünü salt mali açıdan bile kestirebilecek durumda
değilim”; ki buna, yargı, “ceza mahkemesi”, kurumlar düzeyinde doğan büyük
bedeller -başka bir şeyden anlamayanlar için hâlâ yalnızca dolar olarak- de eklenmektedir.
Gerçek pragmatizm (bir kez daha,
yalnızca parasal yönden bakan dar görüşlü yöneticininki de olsa), Lewis
Thomas’ın belirttiği gibi, “Toplumlarımızda, birçok genç insanımızı, bu
toplumdan (intihara değinmeden) özellikle uyuşturucular yoluyla kaçma
denemesine sürüklenmeye itecek kadar kötüye gitmiş olan şeyler nelerdir?”
sorusunun cevaplanmaya çalışılmasını gerektirir. Toplumdaki böyle bir
patolojiyi ve özellikle de gençlerdeki böyle bir dramı neye bağlayabiliriz?
Kabul etmek gerekir, “her
bireyin içindeki evrenseli öldürmekten zevk alan bir toplumda yaşıyoruz” ve
“intihara eğilimli olanı intihara sürükleyen” işte bu katildir. John Maynard
Keynes’in İstihdam, Faiz ve Genel Para Teorisi’ndeki ünlü vargısının da
gösterdiği gibi, çoğu zaman onların habersiz olmalarına karşın, insanları
yaşattığı kadar öldüren de bizzat düşüncelerdir, bunu ne kadar söylesek azdır:
Ekonomi ve politika
filozoflarının, doğru ya da yanlış, düşünceleri, genelde düşünüldüğünden daha
önemlidir. Doğruyu söylemek gerekirse, dünya neredeyse yalnız onlar tarafından
yönetilmektedir. Öğretilerin etkilerinden tamamen kurtulmuş olduklarını sanan
işadamları, çoğu zaman bazı eski ekonomistlerin köleleridirler. Gaipten sesler
duyan etkili deringörücüler, birkaç yıl önce bazı orta halli Fakülte
yazarlarının akıllarına gelen ütopyaları yaymaktadırlar. […] Er ya da geç,
kötülük için olduğu kadar iyilik için de tehlikeli olanlar, oluşan çıkarlar
değil, düşüncelerdir.