1

Toygar Akman - Öbürgünkü Sibernetik


Dr. TOYGAR AKMAN

Kültür Bakanlığı Bilgi Toplumu Üstün Hizmet Ödülü Sahibi


Toygar Akman İstanbul’da doğmuştur. İlk yükseköğrenimine Sosyal Bilimler alanında başlamış ve İstanbul Hukuk Fakültesi’nden mezun olmuştur. İkinci yükseköğreniminde Deneysel Psikoloji alanına geçmiş ve Prof. Peters yönetiminde doktora çalışmalarına yönelmiştir. Prof. Peters’in ülkemizden ayrılması üzerine, bu kez Prof. H. Ziya Ülkenin yanında ve Sistematik Felsefe kürsüsünde bilimsel çalışmalarını sürdürmüştür. Fizik Felsefesindeki çalışmalarını “Beşinci Boyut” tezi ile tamamlamış ve Doktor unvanını almıştır. Bu tezi ile “İnsanın” Şuuru, Sezgisi ve Tüm Bilgi Yapısı ile “Evrende Beşinci Bir Boyut” olduğunu, belirtmeye çalışmıştır. İstanbul Belediyesinde ve Renault−Mais şirketinde müşavir olarak çalışan Dr. Toygar Akman, Gayrettepe Mühendislik Mimarlık Özel Yüksek Okulu kapanıncaya kadar, Müdür Muavini olarak öğretim görevi yapmıştır.

Sibernetik ve Astro-Fizik Felsefesi üzerindeki araştırmalarını TÜBİTAK’ta, on yıl Bilim ve Teknik Dergisi’nde sürdürmüştür. Bugüne kadar 130 makalesi yayınlanmış olan Dr. Toygar Akman’ın yayınlanmış eserleri tarih sırası ile şunlardır.

Modern Fiziğin Getirdiği Realiteler ve Şuur Problemi (1960); Kâinatın Yaradılışı (Prof. George Gamow’un The Creation of the Universe adlı eserinin İngilizceden çevirisi, 1961); Elektronik Beyin (Piyes) (1963); Sibernetik Bilimde Devrim-Elektronik Beyin Hukukta Reform (1972); Otomasyon Sistemi ve Bilgi Bankaları (1975); Bilimler Bilim Sibernetik (1977-1982, üç baskı); Evren Boyutları ve İnsan (1978); Beşinci Boyut (1981); Dünyanın Sibernetik Oluşumu (1982); Sibernetik Yaratıcılık (1984); 2000 Yılına Doğru Sibernetik (1988); Datça Akşamları (1997); Çine Yolculuk (2000); Doğaya Kaçış (2000); Boyutlar (2003). Sibernetik, Dünü, Bugünü, Yarını (2003).

Dr. Toygar Akman, Sibernetik konusundaki bilimsel çalışmaları nedeniyle Kültür Bakanlığınca 1991 yılında “Bilgi Toplumu Üstün hizmet ödülü” ile ödüllendirilmiştir.

Toygar Akman evli olup, üç çocuk ve üç de torun sahibidir.


Kitabı Sunarken


Bugüne kadar, Sibernetik Bilim ve Teknolojisinin gelişmeleri üzerinde 120 makalem yanı sıra 12 cilt kitap yazmış ve konuyu ayrı yönlerinden ele alarak incelemeye çalışmıştım.

İlk önce, “Modern Fizikteki Gelişmeler” karşısında insanın, “Şuur” ya da “Bilinç”inin ne gibi aşamalar geçirmekte olduğunu belirtebilme çabasına girişmiştim. Bu nedenle, 1960 yılında “MODERN FİZİĞİN GETİRDİĞİ REALİTELER VE ŞUUR PROBLEMİNİ kaleme almıştım.

Almanya’ya yaptığım bir gezi sonunda, Berlin’de bana seyrettirilen “Modern Bir Opera’da, “Işık Uyumlarıyla Sahne Dönüşümlerinde Sibernetik Uygulaması” ile karşılaşınca, bundan çok etkilenmiş ve İstanbul’a döner dönmez ELEKTRONİK BEYİN adlı piyesimi yazmıştım. Bu piyeste, Elektronik Beyin Makinesini yaratan Bilgin ile Makinesi arasında süre gelen, “Karşılıklı Bilgi İletimi” arasında “Duygusal İletişimlerin”de meydana gelip gelemeyeceğine değinmiştim. Piyesim, İstanbul Şehir Tiyatroları Tepebaşı Bölümünde 1963 yılında temsil edilmişti. Bir anlamda “Sanatsal Sibernetik” konusunda Ülkemizde ilk örneği de vermiş oluyordum.

Sibernetik’in (Bir Bilgi İletimi ve Karar Verme Sistemi olan) Hukuk Bilimi ile yakın ilgisini dikkate alarak hazırladığım ELEKTRONİK BEYİN SİBERNETİK VE HUKUK 1971 yılında yayınlanmıştı.

1972 yılında yayınlanan SİBERNETİK, BİLİMDE DEVRİM − ELEKTRONİK BEYİN, HUKUKTA REFORM kitabım ise, bu araştırmanın daha geniş bir şekli olarak ortaya çıkmıştı.

Bu yayının arkasından 1975 yılında OTOMASYON SİSTEMİ VE BİLGİ BANKALARI basılmıştı. Bu kitabımda da “Otomasyon Sistemi”nin Sibernetik ile ilgisini belirtmeye ve “Bilgi Bankaları”nın ne gibi yenilikler getireceğine işaret etmiştim.

Bu her iki kitabım da Ankara’da “Bankacılık ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü” tarafından yayınlanmıştı.

Artık sıra Sibernetik’in tüm bilimleri etkileyen ve onların hepsinin üstünde birleştirici bir rol oynayan durumunu belirtmeye gelmişti. 1977 yılında BİLİMLER BİLİMİ SİBERNETİK yayına girmişti ve üst üste üç baskı yapmıştı. Sibernetik Teknolojisinin, tüm bilimlere yayılan bu ilginç “Boyut Yapısı” karşımda, “İnsan”ın ne durumda olduğunu gösterebilmek için yeniden insanın durumunu ele almam gerekiyordu. 1978 yılında EVREN BOYUTLARI VE İNSAN adlı kitabımı, 1981 yılında da BEŞİNCİ BOYUT adlı kitabımı, birbiri peşi sıra yayınlamıştım.

Sibernetik Biliminin, Astro-Fizik ile ilgili ilginç gelişmelerini, heyecanla izlemekte olduğumdan, bu konuda hazırlamakta olduğum DÜNYANIN SİBERNETİK OLUŞUMU adlı kitabım ise 1982 yılında basılmıştı.

Bu kitaplarım ise Milliyet ve Karacan Yayınları tarafından yayınlanmıştı. Bir yandan Bilim ve Teknik Dergisinde, diğer yandan da Bilgisayar Dergisinde ve konu ile ilgili diğer bilim dergilerinde araştırmalarımla ilgili makalelerim yayınlanırken, Sibernetik’in tüm Sanat Dallarıyla ilişkisini belirten SİBERNETİK YARATICILIK adlı kitabımı tamamlamıştım.

Bu kitabım da 1984 yılında Bilgi Yayınevi tarafından yayına girmişti. Bu yepyeni Bilim, bir yanda, insanlığın hizmetine ilginç “Otomasyon Sistemleri”, çeşitli “Elektronik Makineleri” ve “Kompüterler” sunarken, diğer yönden de beklenilmeyen bir gerilime de neden olmuştu. Hızla gelişen Sibernetik Teknoloji, Amerika Birleşik Devletleri ile (o tarihte büyük bir güç olan) Sovyetler Birliği, arasında “soğuk bir savaşın da doğması”na neden olmuştu.

Bunun en ilginç örneği ise “Uzay’da Sibernetik Savaş” olarak süre gittiği için, bütün bu durumları ve birbirinden ilginç gelişmeleri de belirtmem gerektiği kanaatine varmıştım.

Bu duygu ve endişelerle hazırlanan kitabım ise 2000 YILINA DOĞRU SİBERNETİK başlığı altında 1988 yılında İş Bankası Yayınları arasında yer alarak yayınlanmıştı.

Nihayet 2003 yılına geldiğimizde, son bir çaba ile derleyip hazırladığım “Euklidesten Günümüze Felsefe ve Bilim Dünya’sında BOYUTLAR” adlı kitabım yayınlandı.

O kitabı takiben de hemen bir ay sonra SİBERNETİK, DÜNÜ, BUGÜNÜ, YARINI adlı kitabım, Mart ayı içinde arka arkaya Kaknüs Yayınları tarafından yayınlandı.

Bütün bu yayınların sonucu, ÖBÜRGÜNKÜ SİBERNETİK’in nasıl olacağı? sorusunu da akla getiriyordu.

Böyle bir soruya karşılık verebilmek için, bu konuya yıllarını veren bir insan olarak, yeni bir kitap hazırlamam gerektiği, kanaatine vardım… Ancak, Sibernetik Bilim ve Teknolojisindeki gelişmeler, çeşitli çevreler tarafından ve öylesine değişik amaçlarda kullanılıyordu ki, “Öbürgünün Nasıl Bir Sibernetik Dünya Meydana Getireceği!” kesinlikle belirlenemiyordu.

Ortada olan gerçek şu idi ki: Sibernetik Bilim ve Teknolojisinin getirdiği “Küreselleşme”, bir tek ülkenin tekeline girmeye başlıyor ve “Amerika Birleşik Devletleri İmparatorluğu” her geçen yıl, daha da genişleme eğilimi gösteriyordu.

Bu durum, “Bilim Adamları” arasında büyük bir sıkıntı yarattığı kadar, Amerika ve İngiltere dışındaki “Avrupa ve Asya Ülkeleri” arasında da büyük endişeler yaratıyor ve aralarında yeni birlikler ve dostluklar kurmaya ve onları “Yepyeni Sibernetik Savunma Sistemleri Yaratmaya” yönlendiriyordu. Yoksa, bu teknolojinin insanlığın hizmetine sunduğu ilginç aygıtları yanında, Dünya’yı yok edebilecek yepyeni “Sibernetik Silahlar”la, “Korkunç Bir Savaş’la mı karşılaşacaktık?.. Sibernetik Gelişmeler, bu Ülkelere neler kazandırabilirdi? Amerikan İmparatorluğu karşısında ne derecede etkili olunabilirdi? Küreselleşme zorunluğuyla ortaya çıkan, yepyeni kıta birlikleri: “Avrasya”, “Okyanusya” ve “Afrika”nın yapacakları, Sibernetik Bilim Teknolojik Gelişmelerin Gücü, “Amerika” karşısında nereye kadar varabilirdi?

Ve… üzerinde yaşadığımız Dünyamız, bu güçler çatışması arasında, ne gibi bir durumla karşı karşıya gelebilirdi? İnsanlığı, nasıl bir son bekliyordu? Bütün bu soruların karşılıkları ise, ancak “Öbürgünkü Sibernetik” tarafından verilebilirdi.

Öbürgünkü Sibernetik çalışmaları, acaba “Dünyamızın Geleceğine İlişkin” ve “Tüm İnsanlığı Mutlu Kılabilecek” ne tür bir gelişme gösterebilirdi? İşte, kitabımız, bu konulara odaklanarak hazırlanmış ve çeşitli gelişmeler bir “Bilimsel Kurgu” (Scientifical Fiction) içinde gösterilmeye çalışılmıştır. Bilimsel Kurgu ya da İngilizce kısaltılmış biçimiyle “Science Fiction”, bazı çevrelerce bir “Peri Masalı” gibi kabul edilmektedir. Gerçekten de peri masalı gibi yazılmış olan böyle kitaplar vardır. Ancak onlar hiçbir zaman “Bilimsel Kurgu” ya da “Hayal Bilim” eseri olarak adlandırılmazlar. Çünkü tabanlarında “Bilgi” bulunmamaktadır.

Bir eserin “Bilimsel Kurgu” olabilmesi için, kesinlikle bilimsel verilere dayanarak hazırlanması ve bu “Bilgilerin Işığında Geleceğin Resmedilmesi” gerekmektedir

Bu konuda en büyük önder, hiç kuşku yok ki yaşadığı yılın, yüzyıl sonrasını görerek Hayal-Bilim eserlerini yazan Jules Verne’dir. Bu büyük deha, kendisinden yüzyıl sonra yapılacak denizaltının, planlarını çizmiş ve yine yüz elli yıl sonra bulunacak olan ve “Tepki Prensibi” ile çalışan “Füze” ile “Aya Yolculuğu” hayal edebilmişti.

Günümüzde ise bir fizikçi olan Arthur C. Clarke, “Uzay’da Haberleşme Uydusu”nun kurulacağını ve “Kompüterler Yönetiminde Uzay Yolculuklarının Yapılabileceğini”, hemen hemen yarım yüzyıl öncesinden görüp belirtmiş; hatta bu kitaplarından birkaç tanesinin filme alınmasını ve böylece de görsel biçimde bilgilerimize sunulmasını sağlayabilmişti. “2001 Uzay Yolu Macerası” ve “2010 Space Odyssey” filmleri ile diğer kitapları, bunun en belirgin örnekleri olarak önümüzde durmaktadır.

Bir Akademisyen olan Kurt Vonnegut ise, eleştirilerle bezendirdiği kitaplarında bir başka açıdan Elektro-Teknolojik gelişmelere değinmekte, adeta bir “Sibernetik Hiciv” örneği yaratmaktadır.

Biyokimya Profesörü Isaac Asimov, “Geliştirilmiş Kompüterlerin Yönetiminde Yepyeni Bir Dünya” ve “Yepyeni Planet Sistemi” kurulacağını; ilerideki bilgi alış-verişlerinin ise “Planetler Arası Kurulabileceğini” resmetmiş ve çeşitli kitaplarında bu konuları, değişik yönlerinden ele alarak işlemişti.

Astronomi Profesörü olan Carl Sagan ise “Uzay’da Yapılacak Bilgi AlışVerişi ve Yolculukların”, kitabının kahramanı olarak gösterdiği “Haddan” adını verdiği, bir Sibernetikçi Bilgin tarafından, düzenlenebileceğini, ileri sürmüştü.

Bütün bu örneklerin yanı sıra, “Matrix” adı ile yayına giren ve “Sibernetik Gelişmeleri” “vurdu-kırdı maceralarla karıştıran” filmi de görünce, “Öbürgünkü Sibernetik”in, (Peri masalları ya da polisiye maceralarla değil) ancak, bugüne kadar önümüze konulan “Bilimsel Veriler”den hareketle resmedilebileceği, kanaatine bir kez daha vardım. Bu kanaate uygun olarak da, kitabımı, bu duyuş ve düşüncelerle hazırlamaya giriştim. Halen yaşamakta olduğum 2003 yılı ortalarına kadar

− “Sibernetik Gelişmelerle” ilgili olarak benim saptayabildiğim ilginç durumları;

− Bu gelişmeye ilişkin “Bilimsel ve Politik Tartışma ve Çatışmaları”;

− Teknolojik Üstünlüğe Erişmiş Ülkelerin, hukuki değil, fakat fiili (de facto) bir durum yaratarak, bu bilimsel gelişmeyi, yalnızca “Kendi Çıkarları İçin Kullanma Girişimleri”ni;

− Bu güçlere karşı haklı bir savunma içine giren Diğer Ülkelerin, kendi teknik gelişimleri ölçülerinde ulaşabildikleri “Karşıt Teknolojik Buluş ve Aşamaları”nı;

− “Sibernetik Küreselleşme” yanında “Sibernetik Kutuplaşma”nın, gitgide daha da büyük bir hızla ilerlemesini;

− Astro-Fizik bulguların ise, yalnızca “Gezegenimiz” için değil, “Güneş Sistemimiz” hakkında da “Çok Kötümser Gelecekler” ileri sürmesini;

− Bu arada, “Çevre”nin daha da kirlenmesi ve “Dünya Yüzeyi”nin, gitgide daha da çok çoraklaşmaya doğru gitmesini;

− Çeşitli ülke Bilginlerinin, kişisel girişimleriyle “Gezegenimizi Kurtarma” yolundaki yetersiz ama ilginç buluş ve çabalarını; dikkate alarak

− “Öbürgünkü Sibernetik”in, önümüze neler serebileceği hakkında belirli fikirleri kafamda sıralayıp değerlendirmeye çalışmıştım…

İşte, bu bilgi birikimlerinin ve fikirlerin önderliğinde, bir “Bilimsel Hayal” (Scientifical Fiction) halinde bu kitap meydana geldi.

Kitaptaki kahramanların yaşantılarını, bu bilimsel bulgu ve verilerin ışığı altında geliştirerek, kendime göre bir senaryo ( ya da yeni bir Space Odyssey) halinde sunmaya çalıştım. Hemen belirteyim ki, kitapta sözü edilen Fizik, Astro-Fizik, Elektronik ve Sibernetik bulgular ve gelişmeler ile Biyolojik, Fizyolojik deneylerin, hepsi doğrudur ve bilimsel bulgulara dayanmaktadır. Bu nedenle de bölümlerin başlarına, bilgin ve filozofların görüşlerinden kısa alıntılar yapılmıştır.

Sibernetik Organizma yapımı konusundaki gelişmeler ise tarafımdan bir Bilimsel Kurgu içinde biraz geliştirilmiş ve kitaptaki kahramanlarla bütünleştirilmiştir.

Sonuç ise, tamamen benim kişisel bir görüşümden ibarettir.

Bu fikre katılır ya da katılmayabilirsiniz! Eğer katılacak olursanız, Dünyamızın kötü bir kader ile karşılaşması gibi bir durumun meydana gelmemesi için, tüm bilimsel uğraş ve çabalarınızı göstereceğinize ve sonucun değişmesinde çok büyük katkılar sağlayacağınıza inanıyorum.

Benim yaptığım şey: kafesi açmak ve kuşu uçurmak olmuştur.


İstanbul 2003

Toygar Akman

1

Aytunç Altındal - Bilinmeyen Hitler


ÖNSÖZ


Adolf Hitler, istatistiklere göre İsa Mesih’ten sonra hakkında en çok yayın yapılmış kişidir. Hitler’le ilgili elli binden fazla yayın vardır. Bu durumda “yeni” ve “bilinmeyen” ne kalmıştır diye sorulabilir? Oysa bu yayınlarla ilgili karşılaştırmalı bir döküm yapıldığında daha pek çok “yeni” ve “bilinmeyen” olayın, tarihin sis perdesinin ardında gün ışığına çıkartılmayı beklediği anlaşılır. Bunun nedeni, birçok belgenin uzun yıllar kamuoyundan gizlenmiş olmasıdır. Bu belgelerden çoğu özellikle 1991’den sonra açıklanmaya başlandı ve tarihçiler yıllardır kesin “doğru” kabul ettikleri birçok bilgi ve yorumun artık geçersiz olduğu kanısına vardılar. Örneğin önde gelen Nazilerden Adolf Eichmann, 1947-1951 yılları arasında Amerikan gizli servislerinin bilgisi dahilinde ABD’de yaşamış ve 1958’de Arjantin’e kaçırılmıştı. 1947’de Macar hükümeti, ABD’ye başvurarak Eichmann’ın bu ülkede olduğunu ve iadesini istemişti. Amerikalı yetkililer Macar hükümetine yanıt bile vermemişler ve Eichmann’ın kaçırılmasına göz yummuşlardı. 1961 yılına kadar Eichmann’ın ölü olduğu sanılmıştı, ama o başka bir kimlikle Arjantin’de yaşamıştı. Eichmann, daha sonra İsrail gizli servisleri tarafından yakalandı ve idam edildi. Amerikalıların Eichmann dosyasını gizledikleri ancak 2000 yılında açıklandı.



Bu kitapta anlatılan nedir?

Öncelikle şunu vurgulayayım: Bu kitapta bazı “yeni” belgeler, bulgular ve bilgiler var. Fakat bu kitap “yeni” bir Nazizm Tarihi değil. Kitapta Hitler’in 1933’e, yani iktidara getirildiği yıla kadar olan hayatından kesitler var. Ağırlıklı olarak da Hitler’in “ailesi” ve bu ailenin geçmişi var. Hitler nasıl bir ailenin çocuğuydu? Bu soru araştırıldı ve ortaya kelimenin tam anlamıyla “garip” bir aile yapısı çıktı. Kitabın bu ilk bölümünde o denli karışık olaylar var ki, okur bu ilk otuz sayfada pes etmezse kitabın sonunu rahatlıkla getirebilir kanısındayım.

İkinci olarak kitapta Hitler’i siyaset sahnesine çıkartan gizli bir “Okült Örgütü” anlatılıyor. Okültizm (Gizli İlimler) Nazilerin iktidara gelmesinde çok önemli bir rol oynamıştı, fakat yakın zamana kadar Nazizmin bu yönü tarihçiler tarafından ya hiç bilinmemiş ya da görmezden gelinmişti. Bu bölümde Hitler’in, Almanya’nın ve Dünya’nın başına “gökten” zembille inmediği belgeleriyle açıklanıyor. Nazi dönemine tanıklık etmiş bir Alman tarihçisinin sözleriyle belirtirsek “Hitler Bir İş Kazası Değildi!”

Üçüncüsü, bu gizli Okült örgütünü kuran, yöneten ve Hitler’e iktidar “Yolunu Açan” (Wegbereiter) bir kişinin hiç değinilmemiş, hep gizli tutulmuş bazı yönleri ilk kez bu kitapta belgeleriyle dünya kamuoyuna açıklanmaktadır. Bu belge ve bilgileri, Amerikalı, İsrailli, Alman vd ülkelerin araştırmacılarından önce Türkiyeli okurlar öğrenecekler. Bu bana ayrı bir mutluluk veriyor. Sözünü ettiğim bu gizli Okült örgütünün adı Thule Gesellschaft’tır ve onun kurucusu da tarihçilerin “Esrarengiz Baron” diye tanımladıkları Baron Rudolf von Sebottendorff’tur. Bu kişi gerçekten de çok esrarengiz bir adamdı. Kitabı okuyunca hak vereceksiniz.

Hitler’in gerisinde, perde arkasından onu yönlendiren Thule adlı gizli bir örgütün bulunduğuna dikkati ilk çeken akademisyen Dr. Reginald Phelps olmuştur. Phelps, 1963’te Journal of Modern History dergisinde Thule’yi ve Sebottendorff’u anlatan uzun bir inceleme yayımlamıştı. Bir yıl sonra Alman tarihçi Dietrich Bronder de bu konuyu inceleyen bir kitap yayımladı. Bronder, çalışmasında Thule’nin çok tehlikeli, fakat tarihçilerin dikkatinden kaçmış gizli bir Okült merkezi olduğunu anlattı. Bu örgütün kurucusu Baron Rudolf von Sebottendorff’u ise eşi bulunmaz bir “konspiratör” olarak tanımladı. Öyleyse nasıl olmuştu da bu tehlikeli ve esrarengiz kişi bunca yıl tarihçilerin dikkatinden kaçmayı başarmıştı? Bunun yanıtı, söz konusu kişinin yaşamıyla ilgili bazı önemli bilgilerin bir ülkenin “Derin Devlet”inin arşivlerinde özenle gizlenmiş olmasıydı. Bu ülke de Türkiye’ydi!

Bronder’in kitabından sonra aynı konuyu işleyen başka kitaplar da yayımlandı. Bu kitaplardan beşi Amerikalı, dördü de Avrupalı tarihçiler tarafından kaleme alınmıştı. 1989’dan sonra özellikle Avrupalı ciddi televizyon kanalları Nazizm ve Okült bağlantısını işleyen diziler ve belgeseller hazırladılar. Örneğin Avusturya Devlet Televizyonu tarafından hazırlanan dizide Thule oldukça ayrıntılı bir şekilde ele alınmıştı. Daha sonra Kanadalı ve Amerikalı özel belgesel yapımcıları da bu konuyu işleyen diziler hazırladılar. Gördükleri büyük ilgi üzerine haftalık video kasetleri ve dergiler çıkarmaya başladılar. Günümüzde internette Thule ve Sebottendorff’la ilgili müthiş bir “Komplo Teorileri”(!) yayımlama yarışı sürüyor.

Sebottendorff, gerçekten de bir “konspiratör” ve “okült ustası” mıydı? Bu sorunun yanıtı evettir. Sebottendorff ve Thule olmasaydı, ne NSDAP (Nazi Partisi) ne Hitler, ne Holokost, ne de milyonlarca ölü olurdu. Sebottendorff ve Thule, Adolf Hitler’i arkasından iterek tarih sahnesine çıkartan göze görünmeyen güçlerdi. Öyle ki, Hitler’i işbaşına getiren kadrodaki ilk on kişinin tamamı bu gizli örgütün üyeleriydiler. Bunların arasında Dietrich Eckart’ı, Alfred Rosenberg’i, Rudolf Hess’i, İçişleri Bakanı Wilhelm Frick’i ve Hitler’in avukatı Hans Frank’ı (Polonya Kasabı) saymak yeterli olur sanırım.

Alman akademisyen Klaus Kreiser’in yazdığına göre, Sebottendorff, Hitler’in hem yol göstericisi hem de rakibi olmuştu. Başka bir Alman tarihçiye, George L. Mosse’ye göre de Thule Örgütü DAP’ı (Alman İşçi Partisi) kurarak Nazilere iktidar yolunu açmıştı. Bu parti kısa bir süre sonra Hitler’i Genel Başkanlığa getirdi ve adını NSDAP (Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi) olarak değiştirdi. Thule’nin 1200 kadar aristokrat ve zengin üyesi bu partiyi perde arkasından destekledi ve bu üyeler Adolf Hitler’i iktidara taşımadan önce Thule’nin “Dünya Görüşü“ne uygun olarak eğittiler.

Bilinmeyen Hitler de tarihin en şaşırtıcı liderlerinden biri olan Adolf Hitler’in alışılmadık bir portresini okuyacaksınız. Ailesiyle ve yetiştiği ortamla ilgili dünyada az bilinen, Türkiye’de ise bilindiğini sanmadığım bazı ‘garip’ özelliklerini bulacaksınız.

Daha önemlisi çeşitli sahte kimliklerin ardına saklanarak kendisini tarihten ve akademisyenlerden on yıllarca gizlemeyi başarmış bir “casus”un yaşamını ve Türkiye’deki faaliyetlerini öğreneceksiniz. Bu kişi Hitler’in “yol göstericisi” ve “rakibi” olan Baron Rudolf von Sebottendorff’tur.

Baron Rudolf von Sebottendorff, Türk vatandaşıydı!

Sebottendorff’la ilgili bazı resmi belgeler işte ilk kez bu kitapta dünya kamuoyuna açıklandı.

★ ★ ★ ★ ★

Bilinmeyen Hitler alışılmadık bir kitaptır. Kendi alanında bir “ilk”tir. Adolf Hitler’e ve Nazizme yerleşik bakış açısında bir değişiklik yapıp yapamayacağını ileride göreceğiz.

Bu kitabı niçin yazdım?

Bu kitapta yer alan olaylardan bir bölümü 1992-1994 yılları arasında Milliyet, Cumhuriyet ve Sabah gazetelerinde dizi yazılar olarak yayımlandı. Bu dizilerin yayımlanmasından sonra, başta Yahudi Cemaati olmak üzere yurtiçinden ve yurtdışından belirli kişiler benimle temas kurdular. Bunların arasından bana özel bilgileri vermek nezaketini gösterenler de çıktı, bu konuyu yazmamamı isteyenler de oldu. Destekleyenlere de, engellemeye kalkışanlara da teşekkür ediyorum. Yurdunu seven bir yazar olarak görevim bu kitabı yazmaktı; gerisi beni ilgilendirmiyor.

Kitapta “kültürel karamsarlık” diye tanımlanan bir çıkış noktası var. Adolf Hitler, Almanya’da “kültürel karamsarlığın” egemen olduğu bir dönemin ve ortamın ürünüdür. Adolf Hitler’in günümüzde etkisini hâlâ sürdürüyor olması onun “esrarengiz” karizmasından değil, benzer bir “kültürel karamsarlık” ortamının sürgit olmasındandır. Yeni Hitlerler istemiyorsak, önce onları yetiştirenleri ve bazı yeraltı “Okült” örgütlerinin toplumlara aşılamaya çalıştıkları “kültürel karamsarlık” ortamlarını ve araçlarını iyi analiz etmeliyiz diyorum.

Bilinmeyen Hitler’i İngilizce yazdım. Dokuz yıllık bir araştırmanın sonucudur. Türkiye’deki dostlarım, kitabın önce Türkiye’de yayımlanmasını istediler. Bu nedenle kitabı Türkçeye çevirdim.

Bu kitaba emeği geçen pek çok insan var. Başta araştırmalarıma yardımcı olan çeşitli ülkelerdeki dostlarımı anmak istiyorum. New York’ta, Berlin’de, Mexico City’de, Kahire’de, Bern’de, Londra’da, Malta’da ve Paris’te bana yardımcı olan dostlarıma çok teşekkür ediyorum. II. Dünya Savaşı sırasında Almanya’da görev yapmış ve Nazizm konusunda uzman bir yazar olan Bruce Lee kitabın metnini okudu ve bana yol gösterdi, kendisine teşekkür ediyorum. Zarela Martinez, Meksika’da ve New York’ta bana çok yardımcı oldu, onun adını da özel olarak anmak istiyorum. Yeşim Berkün, kitabın İngilizce bilgisayar yazılımını yaptı. Kendisine çok teşekkür ediyorum.

Bu uzun ve gerçekten de zahmetli araştırmayı tamamlamaya beni teşvik eden dostlarıma, değerli kültür adamı Yener Yılmaz’ın şahsında çok teşekkür ediyorum. Cengiz Artam’ın ise özel bir yeri var: Biliyorum, bu kitabın gerçekleşmesini en fazla isteyenlerden biri de oydu. Onların ve diğer dostlarımın gayret verici destekleri olmasaydı bu kitabı tamamlayamazdım. Aynı şekilde bazı önemli kaynaklardan yararlanmamı sağlayan değerli bakan ve milletvekillerimize ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin değerli personeline çok teşekkür ederim. Bana gösterdikleri anlayışı her zaman takdirle anacağım.

Her kitap yazarı için bir heyecan ve esin kaynağıdır. Bana esin kaynağı oldukları için Zeyno’ya, Emine’ye ve Ahmet Mustafa’ya “İyi ki varsınız” diyorum. Günseli Tarhan’ın ise bu kitabın yazılmasına kendine özgü “realizm” anlayışıyla somut bir katkısı oldu. Ona da “uyarıları” için çok teşekkür ediyorum.

Aytunç Altındal
İspilandit /11 Ağustos 2000
1

Albert Caraco - Kaos’un Kutsal Kitabı



Bir Ahir Zaman Peygamberi,
Sınıflandırılamaz Düşünür
Albert Caraco

“Ahir zaman”; hem “yeni”, “son” anlamında, hem de “dünyanın son günleri, kıyametin kopmak üzere bulunduğu günler veya yıllar” anlamında bir ibare. Caraco bu iki anlama da denk düşen bir yazar, düşünür. Keza, “sınıflandırılamaz”; tıpkı öncelleri gibi, bütün nihilist fikir ve düşünürler, Schopenhauer, Nietzsche, hatta Malthus, Cioran... nev-i şahsına münhasır şahsiyetler, düşünürler... İnsanlığın artık rastlamadığımız bir soyu...

Yaklaşık dört yüzyıldır Türkiye’de yaşayan Sefarad bir ailenin oğlu olarak 10 Temmuz 1919’da -sürgünler ve göçler zamanında- İstanbulda doğmuş Albert Caraco. Önce Orta Avrupaya (Viyana, Prag, Paris) göç etmiş Caraco ailesi, sonra İkinci Dünya Savaşı arifesinde, Nazi tehdidi karşısında Güney Amerika’ya.

Albert Caraco’nun mutlak anlamda yazıya adanmış, münzevi yaşamında biyografinin ne kadar önem taşıdığı yine ancak eserlerine bakarak anlaşılabilir. Ama savaş sonrası Parisine geri dönüşünün onda yarattığı yıkım ve felaket duygusunu, insanlığa dair umutsuzluğunu şahsi kararıyla ölçebiliriz: İntihar kesin ve tek sondur. Ancak ailesini üzmemek için, bunca yıkımın üzerine bir de bunu eklememek için erteler. Önce annesi ölür; “Bayan Anne”nin ölümünün hemen ardından yazdığı Post Mortem, doğmuş olmanın nafile ve telafisiz duygusunun -Türkçe ifadeyle “Batsın Bu Dünya!”nın- en yeğin ve yoğun anlatılarından biridir: Anneden nefretin ve anne sevgisinin incelikli, ender anlatılarından biri. Sonra baba ölür; daha fazla bekleyecek hiçbir şey kalmamıştır: Albert Caraco, babasının ölümünden birkaç saat sonra intihar eder (Eylül 1971).

Bu kadar rasyonel ve tartışmasız, kesin bir hayatın tartışmasızlığından geriye çok sayıda yayımlanmış (ve okuyucu bulamamış) ya da hiç yayımlanmamış sayısız eser kalmıştır; çünkü Caraco, yıllar önceden kararlaştırdığı intihar -ve ölüm- ânını beklerken, tek iş olarak, düzenli ve sistematik olarak yazar, başka bir şey yapmaz, sadece yazar, her gün aynı saatlerde, altı saat yazar, tek bir düzeltme yapmadan yazar, inzivayı -ve dünyayı- yaşar.

Hayatından anlayabiliriz; çok kültürlü, çok dilli biridir Caraco. Ama bir eseri sınıflandırılamaz yapmaya bu kadarı yetmez elbette. Yirminci yüzyılın son peygamberi Caraco’nun eserinden rahatsız edici hakikatler birer havai fişek gibi fırlar ve patlar. Bu fişeklerin soğukluğu, doğrudanlığı, berrak karamsarlığı az rastlanır türdendir; ne Nietzsche’de ne de Cioran’da rastlarız böylesine. Caraco “acı gerçekler”i çarpar yüzümüze; hem de Klasik yazarlara özgü bir sadelik ve akıl gücüyle. O bir “nesnellik fanatiği”dir. Guy Debord’u andıran -doğru çıkan- bir kehanet gücü vardır. Bedduası ve laneti “nesnel”dir: Ürememize, üretmemize ve tüketmemize itiraz eder; dünyanın sonunu hazırlayan şehirlerimize, üst üste koyduğunuz beton yığınlarına, budala politikacılara ve yok olmaya mahkûm kitlelere, sürüleredir onun laneti, böcekleşmiş yığınlara, gökten firar etmiş tanrılara -bu yüzden de “doğru”dur. Kendini anarşistlere ve nihilistlere yakın hissetse de, geleceğe dair mutlak umutsuzluğu, felaket beklentisi onu geçmişe, “reaksiyoner” -ikili anlamda: Tepkici ve gerici- tavra da yöneltir; kimi ibarelerini monarşi yanlısı, hatta ırkçı olarak görebiliriz, ama şimdiki zamana dair yaşadığımız acı gerçeği burada ayırt etmemek imkânsızdır. Dünyada en çok sevdiği şeyin, uygarlığın ihanetine uğramış birinin öfkesidir onunki. Sınıflandırılamazlık, bu genelleşmiş nefretin ve nerede duracağı belli olmayan sorgulamanın insanda yarattığı tedirginliğin de karşılığıdır.

Cinsellikten Yahudi sorununa, sembolizmden felsefi meselelere ve edebiyata dek her alanda yazmış, şu ana dek yirmi iki ciltlik eseri yayımlanmış bir yazar olan, ancak pek az tanınan, pek az okunan, tanınmayı ve bilinmeyi ise hem içerik hem de biçim bakımından hak eden Albert Caraconun eserinin en özlü kısmı olan Kaosun Kutsal Kitabı ideal bir saldırı malzemesi, bir dinamit, bir tahrip kalıbıdır: Yoğun, kısa, esinli, terörist, sert, kehanet dolu, provakatif, karanlık, gizli -ve yeterli...

İnsan katmanlarında gezinen aşırı ahlakçı Caraco bir kıyamet habercisidir; yıkım ve felaket kehanetinde bulunur. Nietzsche gibi o da ebedi tekerrür”den söz eder; kaynağa geri dönüş, ona göre dişi ilke’nin egemen olmasıdır... Ama onu yeryüzüne bağlayan tek şey edebiyattır. Kelimenin tam anlamıyla bir Aydınlanma düşünürü, bir Ansiklopedisi, bir erüdit olan Caraco’nun “karanlık nihilizmi”nin ürünü olan kesinlikle karanlık, karamsar, insandan kaçan kitapları, hiçbir umuda, hiçbir pozitifliğe yer vermez. Her türden ırkçılığın ve fanatizmin yükselişine tanık oldundan, her türden hümanizmanın imkânsızlığını açıkça belirttiğinden dayanması güç, okunması güç -ama mükemmel bir dilde yazılmış- bu kitaplar, özellikle de “Kaos’un Kutsal Kitabı”, felsefeden ziyade bir ahlak ve tarih kitabıdır; çağdaş dünyanın karanlık ve umutsuz, aynı zamanda peygamberce bir teşhisi, mutlak sonun kesin çağrısı olarak okunabilir.

En sonuncu ve en radikal ahlakçının, öfkeli beddualarla dolu, kısa fragmanlardan oluşan bu kitabı, bir tür kutsal kitap, kıyamet deyişi olarak okunabilir; ama daha ürkütücü, çünkü gerçekçidir -çünkü zaman dışı bir yerden konuşur Caraco. Kendini herkesin, her şeyin, politikanın, çıkarın, zamanın dışına yerleştiren, başka bir yerden konuşan biri...

Bu sesin karşılık bulmadığını söylemek için henüz erken. Aykırı, irkiltici seslerin reddedildiğini, yok sayıldığını biliyoruz; Caraco’nun sesi de bize insan denen canlının doğa karşısındaki fuzuli varlığını, yokluğunun doğayı hiç ilgilendirmeyeceğini”, belki de “rahatlatacağını” hatırlatan, haddimizi bilmeye, boyumuzun ölçüsüyle davranmaya davet eden ender metinlerden... İnsan, (büyük ya da küçük harfli) tanrı olmasa da edebini takınabilir, takınmalı... Az sayıda kişinin okuduğu metinlerde edep duygusu, insanlık kadar eski ve ezoterik bir bilgi hep saklıdır; “Kaos’un Kutsal Kitabı” da bunlardan biri...

“İyi okumalar”...

Işık Ergüden

1

Ray Kurzweil - İnsanlık 2.0


Ray Kurzweil, son yıllarda tekillik hakkında üretilen tüm bilgi birikimini tek bir ciltte toplamış, cildi de kapımıza çivilemiştir. Savları yine de öylesine inanılmaz ki, eğer bunlar doğruysa, bu, bildiğimiz anlamıyla dünyanın sonu ve ütopyanın başlangıcı anlamına gelmekte. On yılın en çok konuşulan kitaplarından biri olmaya aday.

"Ray Kurzweil, tanıdığım insanlar arasında yapay zekânın geleceğini en iyi öngörebilen kişi. İnsanı meraklandıran bu yeni kitabı, bilgi teknolojilerinin insanlığın biyolojik sınırlarını aşmasını sağlayacak kadar hızlı geliştiği, yaşamlarımızı bugün hayal bile edemeyeceğimiz biçimlerde dönüştüren bir geleceği öngörüyor. "
-Bill Gates-

"Kurzweil'in ana düşüncesini herkes kavrayabilir: İnsanlığın teknolojik bilgisi, geleceğe dair baş döndürücü beklentilerle çığ gibi büyümektedir. Temel konular net biçimde dile getirilmiş. Ama daha bilgili, daha araştırmacı olanlar için yazar görüşlerini büyüleyici ayrıntılarla ortaya koymuş... İnsanlık 2.0 sarsıcı bir bakışa ve yürekliliğe sahip."
-Janet Maslin, The New York Times-

"Gerçekten, ama gerçekten çok iyi. Müthiş bir biçimde iyi."
-Businessweek.com-

"Ray'in iyimser kitabı hem okunmayı hem de üzerinde düşünmeyi hak ediyor. Umutlar ve tehlikelerin dengesi konusunda Ray'den farklı düşünen benim gibiler için bu kitap, ivmelenen bu olanaklardan doğan daha büyük kaygıların ele alınması için sürdürülmesi gereken diyaloğa açık bir çağrıdır."
-Bill Joy, Sun Microsystems-

(Tanıtım Bülteninden)

Kitabın ilk bölümünü okumak ve arşive eklemek için: 

1

Sir Isaac Newton - Kutsal Kitabın Yorumu


Newton gibi rasyonel düşünceyi benimseyen, pozitif bilimin kurucuları arasında yer alan ve pozitivist-materyalist anlayışların adeta temel referanslarından birisini oluşturan önemli bir bilginin, hayalleri zorlayan, böylesine Messianist, apokaliptik, mitik ve mistik bir metinle ilgilenmiş olması çok manidardır.

Ne var ki ondan sonra gelen Aydınlanmacı, rasyonalist ve pozitivist aydınların çoğu bu metnin otantik olup olmadığını tartışmakla yetinmişler ve ifade ettiği anlam üzerinde pek durmadıkları gibi, çalışmayı görmezlikten gelmişlerdir.

Diğer taraftan bu eser din-bilim ilişkileri bakımından da büyük bir önem arz etmektedir. Sadece ilahiyatçıların ve özellikle de dinler tarihçilerinin uğraştıkları bir konuda pozitif bilimlerin önde gelen simalarının ortaya koyacakları yaklaşımlar, dini bakımdan bir anlam ifade etmese de, bilim, felsefe ve entelektüel düşünce bakımından çok önem ifade eder...


Bilibili Yavrucak, Zıbartan Teması © 2017 - 2021 Bilibililer