1
Şimdi geldik en civcivli yere. Mitoloji’den geçtik, Tycho Brahe’ye selamımızı çakıp Kabala’ya uzandık. Yanda görülen şekil Kabalist Hayat Ağacı’dır (Sefirot).
Şimdi ise tüm evreni bir sistem olarak ele alalım: bilgilerimizin en iyisine göre, madde parçacıklar birbirlerine Planck uzunluğundan (önünde 34 tane sıfır ve ondalık virgülü olan 16 sayısı, metrenin trilyon kere trilyon kere trilyonda biri) daha yakın konumlarda ölçülemezler, bu da madde için durumların ayrık olduğu fikrini ortaya atar………
Bu dört çağın toplamı, Catur Yuga adıyla anılan, 4.32 milyon yıllık bir süreye eşit. Hindu düşüncesine göre Brahma’nın bir günü (yani evrenin doğum-evrim-yıkılış aşamalarını içeren büyük döngü) içinde Catur Yuga tam bin kez yineleniyor. (Burak Eldem – Kozmik Okyanus)
“Yalansız dolansız, kesin ve güvenilir olarak doğrudur, yukarı aşağı ile uyum içindedir ve aşağı olan yukarı ile uyum içindedir, öyle ki bir olan, mucizevi bir biçimde işler. Her şey mevcudiyetini tek olanın iradesine borçlu olduğu için, her şeyin kökeni bir olanın, en gizlenmiş olan, tek Tanrı’nın yaptığından gelir. Bu tek olan şeyin babası Güneş, annesi Ay’dır; rüzgâr onu karnında taşır; fakat gıdası toprak ruhudur. O tek olan şey (Tanrı’dan sonra) evrendeki her şeyin babasıdır. O bir toprak ruhu ile birleştikten sonra kudreti kusursuzdur. Nazik ısı ve titizlikle toprak ruhunu kaba ve kesif olandan ayır. Büyük miktarlarda yerden göğe çıkar, ardından aşağı iner, yerde yeniden doğar ve aşağı olanla yukarı olanın kudreti artar. Bununla bütün dünyanın şanına kavuşursun. Bütün güçlerin kuvveti budur. Bununla her şeyin üstesinden gelebilir ve kesif ve latif her şeyi dönüştürebilirsin. Dünya bu şekilde yaratılmıştır (“Böylece Dünya Yaratıldı); bu yol gizlenmiş yoldur. Bu nedenle bana Üç Kere Büyük Hermes (başka bir metinde Hiram Telat Mechasot), özde bir görünüşte üç denir. Bu tesliste bütün dünyanın bilgeliği saklıdır. Burada bitmiştir. Güneşin etkileriyle ilgili söylediklerimle zümrüt tablet sona erer.” (Manly P.Hall - Tüm Çağların Gizli Öğretileri)
Dark'tan Öte Dark'tan Ziyade
Netflix’in alengirli dizisi Dark 2. sezonuyla, bir kez daha boş bir iş olmadığını yüzümüze çarparak gitti. Şimdi bekle ki 3. sezon gelsin. Bu kadar karışık bir anlatımın altından kalkabilmek gerçekten çok zor bir iş. Ne varsa Alamanlarda var diyerek ayakta alkışlıyorum. Arabaları gibi dizileri de sağlam oluyormuş. (Gerçi bi ara Volkswagen’ler bi sebeple toplatılmıştı ama ).
Dizinin karmaşıklığından pek çok kişi dert yandı, “kim kimdir necidir akılda tutamıyoruz” diyenlere aile ağaçları, zaman krokileri falan çizildi. Bizse burada arka plana odaklanacağız. Biz de dizi gibi karışık ilerleyeceğiz. Dizinin karmaşıklığını biraz daha derinleştirerek, hayatın ve dolayısıyla dünyanın, hoop oradan da evrenin karmaşıklığına dalacağız.
Girişimizi birinci sezon 2. Bölümde Jonas’ın, otel duvarına astığı çizimlerle yapalım.
Görüldüğü üzere Theseus’un Minotauros’u öldürmesini gösteren bir resmimiz var.
Azra Erhat’ın Mitoloji Sözlüğü’ne göre:
Theseus: Dor ırkının büyük kahramanı Herakles’in örneği üzerine Atina’da uydurulmuş bir kişidir, efsanesi de Herakles efsanesinin motifleriyle bir araya getirilmiş, bu yakıştırmalara Atina’nın ülkülerini yansıtan kişisel ve toplumsal bazı temalar eklenmiştir. Ayrıca Atinalılar Theseus’u efsanevi değil de tarihsel bir kişi sayarlardı. “Theseus’suz hiçbir şey yoktur” Atina’da özdeyiş olmuştu.
Minotauros: Adı Minos’un boğası anlamına gelen Minotauros insan bedenli, boğa başlı bir canavarmış. Tanrı Poseidon’un kral Minos’a gönderdiği bir boğa ile Minos’un karısı Pasiphae’den dogmaymış. Minos bu korkunç yaratığı saklamak için mimarı Daidalos’a Labyrinthos sarayını yaptırmış. Theseus, Minos’un kızı Ariadne’nin yardımıyla Minotauros’u öldürmüş. Minotauros Girit sanatında derin izler bırakmış olan Girit’e özgü bir boğa kültünün simgesi olsa gerek.
İlahi bir tesadüf olarak, Martha’nın tiyatrodaki rolü Ariadne.
Ariadne: Minos’la Pasiphae’nin kızı. Theseus, Girit’e Minotauros’la çarpışmaya geldiğinde Ariadne onu görmüş ve görür görmez de tutulmuştu. Minotauros’un bulunduğu bin bir dehlizli Labyrinthos mağarasında kaybolmaması için eline bir yumak iplik vermişti. Theseus da karışık ve karanlık dehlizlerden ilerledikçe yumağı açıp ipliği yere bırakıyormuş. Canavarı öldürdükten sonra çıkış yolunu ona bu iplik göstermiş. Sonra da Ariadne’yi kaçırıp Naksos adasına varmışlar. Ama Theseus kızı o adada bırakıp gitmiş, bir gece kız uyurken gizlice kaçmış. Ariadne uyanıp bakmış ki adada yapayalnız, ama üzülmeye vakit kalmadan tanrı Dionysos gelmiş, kızın güzelliğine vurulmuş ve onu alıp Olympos’a götürmüş. Düğün hediyesi olarak Ariadne’ye Hephaistos’un yaptığı altın bir taç vermiş, sonra da taç gökte bir yıldız olmuş (Theseus, Dionysos).
Ariadne’nin “yumağı” sadece burada değil mağarada da karşımıza çıkıyor. Sanırım bu da mağaranın “Labyrinthos” olması anlamına geliyor.
Labyrinthos: Labyrinthos, sonsuz ve girift dehlizlerden meydana gelen bir yapıya verilen addır. Mısır’da bu çeşit yapılar yeraltında mağaralar kazılarak yapılırdı ve çoğunlukla kral mezarı olarak kullanılırdı. Yunan mythos’unda bu kelime Girit kralı Minos’un ünlü mimar Daidalos’a yaptırdığı ve içinde Minotauros’u sakladığı yapı için kullanılır. Labyrinthos kuruluşundan da anlaşıldığı gibi Yunanca bir kelime değil, Anadolu dillerinden üremedir. Girit’e de oradan gelmiş olsa gerek. Girit Labyrinthos’u yeraltında değil, yer üstünde yapılmış bin bir oda ve koridordan kurulu çapraşık bir yapıdır. Efsaneye göre Minotauros’u öldürmeye giden Theseus’a Ariadne bir yumak iplik vererek onun Labyrinthos’a girdikten sonra yolunu şaşırmadan çıkmasını da sağlamıştır (Daidalos, Ariadne). Labyrinthos adı iki ağızlı balta anlamına gelen ve Girit din ve sanatında olduğu gibi Anadolu’da da izleri görülen “labrys” kelimesinden türemiş olabilir.
Labirentler birçok kadim kültte en sevilen inisiyasyon yerlerinden biriydi. Amerikalı Yerliler, Hintliler, Persler, Mısırlılar ve Yunanlılar’a ait çok sayıda böylesi labirentler bulunmuştur. Bu labirentlerden bazıları yalnızca taşlarla işaretlenmiş yollardan ibaretken, diğerleri tapınakların altındaki kasvetli dehlizlerde veya içi oyulmuş dağlarda kilometrelerce alana uzanıyordu. Ünlü boğa başlı Minotaur’un yaşadığı ünlü Girit labirenti, hiç kuşkusuz Girit Gizem Okulları’nın bir erginleme yeriydi. (Manly P.Hall - Tüm Çağların Gizli Öğretileri)
Ayrıca mağaradaki ipimiz “ouroboros”da son buluyor. Ouroboros mitolojilerde kendi kendini yiyen bir yılan olarak gösterilir. Kendini yaratmayı sembolize eder. Bu kendini yaratış sürekli bir döngü halindedir. Jonas mağaradaki kapıdan geçtiğinde hem labirente hem de sonsuzluğa adım atmış olur.
Birinci sezon 6. bölümde, Jonas mağarada “Ariadne'nin ipini” takip ederken, Martha’da tiyatro sahnesinde Ariadne rolündedir...
Theseus ve labirent simgelerinin hemen yanında ilginç bir şekilde Tycho Sistemi’ni görmekteyiz.
Tycho Brahe, Dünya’yı evrenin merkezi olarak ele almış, gezegenlerin güneşin etrafında döndüklerini, daha sonra ise gezegenler ve güneşin hep birlikte Dünya’nın etrafında döndüklerini ileri sürmüştür. Bu sisteme “Tycho Sistemi” adı verilir. Duvarda bu sisteme bir atıf olması gerçekten tuhaf. Belki de yazarlar dizinin merkezi olan Winden Kasabasını, bu Dünya’nın (dizinin) merkezi olduğunu belirtmek için kullanmışlardır.
Şimdi geldik en civcivli yere. Mitoloji’den geçtik, Tycho Brahe’ye selamımızı çakıp Kabala’ya uzandık. Yanda görülen şekil Kabalist Hayat Ağacı’dır (Sefirot).
Sefirot Ağacı üç dikey sütun üzerinde düzenlenmiş 10 ışık küresi ve bunları birbirine bağlayan 22 yoldan oluşur. Bu on küreye Sefirot denir ve 1’den 10’a kadar olan sayılar bunlara atfedilmiştir. Üç sütundan sağ sütuna Merhamet, sol sütuna Şiddet ve sağ sütuna uzlaştırıcı güç olarak Ilımlılık sütunu denir. Sütunların ayrıca Bilgeliği, Kuvveti ve Güzelliği temsil ettikleri söylenebilir. Bunlar evrenin üçlü temelini oluşturur; çünkü her şeyin kökeninin üç olduğu yazılmıştır. 22 yol, İbrani alfabenin harfleridirler ve tarot destesinin Büyük Sır kartları bunlara tayin edilmiştir. (Manly P.Hall - Tüm Çağların Gizli Öğretileri)
Aşağıdaki şekil ise DÖRT ALEMİN KABALACI ŞEMASI’dır
Şekilde X 3 ile A 1 arasındaki koyu çizgi orijinal noktanın sınırlarını oluştururken, bu daha koyu çizginin içindeki eşmerkezli daireler noktadan çıkan tecellileri ve alemleri gösterir. Bu nokta nasıl dış halkalar olan X 1 , X 2 ve X 3 halkaları içinde kalıp bireyselleşmiş varlığın ilk tesis edilişini temsil ediyorsa, noktanın içindeki kırk eşmerkezli halka tarafından sembolize edilen aşağı evren ise ilk Taç’tan evrimleşen, bununla birlikte onun içinde kalan aşağı yaratımı temsil eder. Bu Taç, Tanrı olarak adlandırılabilir ve ilahi erkler, semavi varlıklar, yıldızlara ait alemler ve insan, onu içinde yaşar, hareket eder ve var olur. A 1 içindeki bütün halkaların ilksel nokta tarafından içerilmesi çok önemlidir. Bu noktada büyük X 1 halkası, yani AYN SOF’un aurik yumurtasıyla çevrelenmiştir.
Her halka kendi doğasında içindeki bütün halkalarda ve dışındaki bütün halkalarda vardır. Böylece A 1 -ilksel nokta- kapsadığı geri kalan otuz dokuz halkaya hükmeder. Bu halkaların hepsi kendi tanrısallıklarıyla orantılı olarak değişen ölçülerde onun doğasından pay alır. Sonuç olarak A 1’den D10’a kadar olan bütün alan noktanın içindedir ve halkalar onun içinde vuku bulan bölünmeleri ve AYN SOF’un soyut doğasının içinde ondan taşan tecellileri gösterir. Halkaların gücü şeklin ortasına doğru zayıflar, çünkü Güç veya Erk hükmedilen şeylerin sayısıyla ölçülür. Her halka, içindeki halkaya hükmederken, dışındaki halkanın hükmüne tabidir. Dolayısıyla, A 1 kendi haricinde otuz dokuz halkaya hükmederken, B 1 kendi haricinde yirmi dokuz halkaya hükmeder. Demek ki A 1 , B 1’den çok daha güçlüdür. En yüksek spiritüel sağlamlık, kararlılık çemberin kenarında olduğu için en büyük maddi kesiftik veya süreksizlik, şeklin ortasındadır. Halkalar merkeze yaklaşıp Erk bakımından düştükçe madde ve töz bakımından güçlenir. D 10 fiili toprak elementlerini sembolize eder. Ayrıca merkeze yaklaştıkça titreşim oranı da azalır. Demek ki A 2 halkasının titreşimi A 1 halkasından düşükken A 3 halkasından yüksektir. A 1 yaratımın en yüksek küresiyken D 10 en düşük küresidir. A 1, yaratımın yöneticisi, A, B, C ve D halkalarına hükmederken, AYN SOF’un üç halkasına hükmedemez. Bu yüzden kendisinden çıkmış olduğu dile gelmez, tarif edilemez Yaratıcı’nın önünde eğilir. (Manly P.Hall - Tüm Çağların Gizli Öğretileri)
İsaac Luria’da Evren yaratılışı:
İsaac Luria’nın Kabalası, eksiksiz bir yaratılış kuramı ortaya koymaktadır. Aşağıda ayrıntılı biçimde görüleceği gibi bu kuram üç evrede ele alınmaktadır. İlk aşamada, tüm evreni kaplayan Sonsuz “Ain Sof” kendi içine doğru büzülmüştür, bu evre “Tzimtzum” (büzülme/çekilme) adıyla anılır. Ancak sonsuzun sonluda kapsanması olanağı olmadığı için ikinci aşamada kendini sınırlayan sınırları/kapları kırarak ve içindeki uyum da bozularak evrene yayılmıştır. Bu evre de “Shevirat ha-Kelim” (kapların kırılması) olarak adlandırılır. Ve üçüncü aşamada ise insanoğlunun mistik çabaları “kavannot” ile kutsal ışığın en yüksek formu “Adam Kadmon”un yeniden doğması “Tiqqun” (restorasyon, tamirat) ile gerçekleşecektir.
Her şey, hiçbir şey (Ain)’den, bir şey (Yesh)’in ve onun örülmesiyle meydana gelen sonsuzluk (Ain- Sof)’dan meydana çıkmıştır. Ain-Sof, bu meydana çıkış olayını, kendisinden bile gizli olan ve merkezdeki bu metafiziksel boşluktan bir tzimtzum hareketiyle gerçekleştirdi. Başlangıçta var olan adam (Primordial Man), Adam Kadmon ve bütün sayısız dünyalar (ki Olamot-Âlemler olarak adlandırılır) bu boşluktan ortaya çıktı.
İlk Âdem’in gözlerinden, ağız, burun ve kulaklarından çıkıp geri dönen ışıklar, 10 ilk örnek (archetypal) değeri yani Sefirot’u ve 22 kutsal harfi (Otiyot Yesod) oluştururlar. Bunlar, Evrenin temel ilkelerinin yapı taşları ve her şeyin yapısal elemanlarıdır.
Bu ışımalar, yayılmanın ötesindeki sonsuzluğun (Ain-Sof) ışıklarını da kapsayan ilk kab’ı (Kelim) biçimlendirir. Ancak bu ilk kap ne bu yayılmaları ve ne de Kapların kırılması (Shevirat ha-Kelim) olarak bilinen kozmik felâketi kapsayamaz. Bu kap parçalanmış ve değişmiştir. İlkin anlamlı gruplar olarak toplanan harfler, aslında anlamsızlığın kutsal metinleriydi. Evrendeki bu kopma, Tanrı ile ilk Âdem gibi, erkeklikle dişiliği ve tüm özelliklerin karşıtlıklarını ortaya çıkardı.
Kırık kapların Metafiziksel boşlukta yuvarlanması, Kutsal ışığın görkemli kıvılcımları gibidir. Önceden karanlığın katmanlarında örtülü dururken yakalanan bu kıvılcımlar, Sitra Acra’ya, yani diğer yana düşerler ki bu dünya, Bilgeliğin, Anlayışın, Bilişin, Aşk’ın, Adaletin, Güzelliğin vs. dünyasıdır. Kırılmadan sonra, örtülü duran ışıklar ve kaplar Kellipot (kabuklular) olarak bir araya gelerek birleştiler ve sonuçta; bizim dünyamız (assiyah-yapma dünyası)’a kondular. Bu dünya, hem olabilecek en kötü dünyadır hem de paradoksal olarak aynı zamanda bu alanın kurtuluşunu sağlayabilecek en iyi dünyadır.
Kapların kırılması sonucunda, Primordial Adam da kendi ruhunun çokluğu içine kısmen kırılmıştı. Bu sırada, yaşadığımız dünyanın biçimleri aynı örnekler veya Kellipot olarak, “Diğer yan”da sürgündeydi. Bu yüzden, dünyada yaşayan her kadın ve erkeğin görevi, kendi kıvılcımları’nın (netzotzim) özüyle, gerçek yaşamda karşılaşma şansını yakalamak ve o ruhları yükseltmektir. Aynı zamanda, İlk Âdem’in beş partzufim (Tanrının kişilik olarak yüzü) figürünü ve Sefirot’u yeniden yapılandırmaktır. İnsan ve dünya, karı koca arasındaki evlilik ilişkisinde olduğu gibi karşıtıyla uyumunu yeniden kurmalıdır.
Kadın veya erkek, herkes kendi yaşamlarında birbirleri ile karşılaştıklarında, olayları ve şeyleri kapsayan uygun kıvılcımı birbirlerinden geri alırlar. Her karşılaşma ve her bir yaşam, kutsal ışığın kıvılcımının parlaması ve öteki karanlık dünyaya dalması için bir fırsat olup “Kıvılcımın yükselmesi”nin, Tikkun ha-olam’ın aracı ve dünyanın yeniden yapılmasıdır.
Kaosu ve şeytanı yenerek Dünyanın kurtarılması ve yeniden kurulması, anlamsız olana anlam kazandırmaktır. Sonsuz tanrının, Ain-Sof’un yeniden tamamlanmasının mutlak güveni ise, Sefirot’un sembolize ettiği somut ve soyut değerleri gerçekleştirmekle olanaklıdır. Lurianik sistemde, Tanrısallık (Ain-Sof, sadece dünyanın kaynağı değil, bundan daha çok, Dünya, insanlık ve Tanrıyı da içeren bütün teozofik sistemle özdeştir) Ain-Sof’un tamamlanması, sadece insanoğlunun kendini yeniden yapmaya yönelik çabaları ile olanaklıdır. (A. Ekrem Ülkü – Kabala)
Görüldüğü üzere dizi baya “karışık” kaynaklardan yararlanarak kendine bir dünya oluşturmuş. 2. sezonda Elizabeth’i Tycho Sistemi’nin olduğu bir kitaba bakarken görüyoruz. Hemen ardından Kybalion adlı kitabı eline alıyor. Bu kitap da kaos’a yeni bir tad katıyor. 😊
Kybalion 1912 yılında basılmış Hermetik Yasaları anlatan küçük bir kitaptır. Kitapta yer alan sadece şu cümle bile senaristlerin bu kitaba ithafını haklı kılıyor: “Her şey ikilidir (dual); her şey iki kutba sahiptir, her şeyin kendi zıt çifti vardır; benzeyen ve benzemeyen aynıdır; zıtların doğası bir, dereceleri farklıdır; uçlar buluşurlar; bütün hakikatler yarım hakikatlerdir; bütün paradokslar uzlaştırılabilir.”
“Her sebebin bir sonucu, her sonucun bir sebebi vardır; her şey yasaya göre olur. Değişim bilinmeyen yasadan başka bir şey değildir; birçok nedensellik planı vardır, hiçbir şey bu yasadan azade değildir.” Kybalion
Dizide sürekli olarak her şeyin aynı şekilde tekrar etmesi gerektiği vurgulanıyor. Claudia’nın uğraşı hep bu yönde. Jonas ise tüm bu ıstıraptan kurtulup evreni tekrar eski düzenli haline getirme peşinde olarak görülüyor. Ancak 2. Sezonda görüyoruz ki Jonas, Adam olarak her şeyin başındaki kişi olarak beliriyor. Başlangıç Son’dur, Son da Başlangıç. Ouroboras iş başındadır ve kendi kendini yaratır. “Kaosu ve şeytanı yenerek Dünyanın kurtarılması ve yeniden kurulması, anlamsız olana anlam kazandırmaktır. Sonsuz tanrının, Ain-Sof’un yeniden tamamlanmasının mutlak güveni ise, Sefirot’un sembolize ettiği somut ve soyut değerleri gerçekleştirmekle olanaklıdır.” Dizide Kabala’nın yer alması tesadüf değildir. Nuh ve Adam isimleri tesadüf değildir.
“Kabalanın kökenleri meşru bir münakaşa konusudur. Kabalacı Gizemlerin ilk inisiyeleri, onun ilkelerinin insanın düşüşünden önce, Tanrı tarafından bir grup meleğe öğretildiğine inanırdı. Melekler, daha sonra, Kabalanın ilkelerini anlayarak kendi kayıp mülkünü kazansın diye, sırları Adem’e öğretmiştir. Adem’e Kabala sırlarını öğretmek için Melek Raziel gönderilmiştir. Bu zor bilimi öğretmek için her patriyarka ayrı bir melek gönderilmiştir. Şem’in öğretmeni Tophiel’dir, İshak’ın öğretmeni Rafael’dir, Musa’nın öğretmeni Metatron’dur ve Davut’un öğretmeni Mikhail’dir (Bkz. Faiths of the World).
Christian D. Ginsburg şunları yazar: “Adem’den Nuh’a, Nuh’tan onu yanında Mısır’a götüren İbrahim’e verilmiştir; İbrahim peygamber ise bu sırların bir kısmını açıklamıştır. Bu sayede Mısırlılar Kabalanın sırlarını öğrenmiş, diğer Doğu ulusları ise onu felsefe sistemlerine katmıştır.” (Manly P.Hall - Tüm Çağların Gizli Öğretileri)
Sezon 1 Bölüm 8’de Jonas ve H.G. Tannhaus (H.G. = H. G. Wells?) Nietzsche’nin Bengi Dönüş Teorisi hakkında konuşurlar.
Nietzsche’nin Bengi Dönüş Teorisi: Bilimsel bir teori olarak bengi dönüş, evrendeki tüm olay ve deneyimlerin sonsuza değin sürekli olarak tekrarlanacak olmasıdır. Nietzsche bu fikrini şu birkaç varsayım üzerinde temellendirir. 1)Evren belirli bir miktarda enerjiye sahiptir (enerjinin korunumu kanunu), 2) enerjinin bürünebileceği durumların sayısı sınırlıdır, 3) zaman sınırsızdır. Bu üç öncülü temel alarak, Nietzsche her şeyin sonsuz biçimde tekrarlanacağı çıkarımını yapar. Kişisel bakış açısına göre ise bu şu anlama geliyor; kendi hayatımız, başımıza gelen her şey ve tüm yaşantılarımız kendini sürekli olarak tekrar ederler.
Yani özgür irade yoktur…
Şimdi bir de vakaya Fizik açısından bakalım:
Fizikteki başlıca temel sorulardan birisi, evrende herhangi bir fiziksel sistemde veya alt sistemlerde özgür iradenin varlığı ve yokluğuyla ilgilenir.
Fizik, doğanın mekanik olduğu, yani bir makine gibi işlediği fikrini temel alır. Bir makine aslında bir sistemdir, ve böylece tanım gereği, her biri bir spesifik, muhtemelen farklı fonksiyona sahip olan, hepsi birlikte spesifik bir amacı yerine getirmek için çalışan elementler koleksiyonudur.
Örneğin, bir müzik topluluğu bir insanlar sistemidir, her biri farklı bir müzik enstrümanını çalar ve hepsi de bir yönetmen tarafından kontrol edilir ve böylece bir bütün olarak grup spesifik bir melodiyi doğru bir biçimde seslendirebilir. Fizikte, doğada bulunan sistemler, arzu edilen derecede gerçekçi bir biçimde sistemi temsil eden bir model oluşturarak çalışılır.
Şimdi ise tüm evreni bir sistem olarak ele alalım: bilgilerimizin en iyisine göre, madde parçacıklar birbirlerine Planck uzunluğundan (önünde 34 tane sıfır ve ondalık virgülü olan 16 sayısı, metrenin trilyon kere trilyon kere trilyonda biri) daha yakın konumlarda ölçülemezler, bu da madde için durumların ayrık olduğu fikrini ortaya atar………
Eğer Büyük Patlama Teorisi’ne inanırsak, ki evrenin sürekli genişlemesi bu teorinin doğru olabileceğine en büyük işarettir, evrenin başlangıç noktası, evrenin biz de dahil şu anda bildiğimiz ve algıladığımız haline genişlemiş bir tekil noktaydı (tekillik olarak da bilinir). Eğer böyleyse, Büyük Patlama ile bizim aramızda nedensel bir ilişki vardır. Diğer bir deyişle, özgür irade mümkün değildir ve bütün eylemlerimiz, basitçe bu ilk olayın bir sonucudur. Bu bakış açısı “determinizm” veya “süper-determinizm” olarak bilinir. Eğer evrenin ilk başlangıç durumunun, bir rasyonel sayıyla temsil edildiğine inanırsak, evrenin periyodik, kaotik olmayan doğada global olarak öngörülebilir olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Fakat eğer başlangıç durumu, bir irrasyonel sayı ile temsil edilirse, evrenin periyodik olmayan, kaotik ve böylelikle doğada sadece yerel olarak öngörülebilir olduğu sonucunu çıkarırız.
Bugün evrenin kaotik olduğunu biliyoruz.
…………
Evrenin açıkça kaotik olmasından dolayı zaman tersinirliğini global olmaktan ziyade sadece yerel olarak gözlemleyebiliyoruz. Bu da özgür iradenin, evrenin içsel doğasından ziyade bizler tarafından öznel olarak algılanmasından dolayı bizler için kaçınılmaz bir illüzyon olduğu anlamına gelir. (https://bilimfili.com/evrende-ozgur-irade-var-midir/)
“Eğer Büyük Patlama Teorisi gerçekse”nin üzerinde durmak lazım. Şu bağlantıyı paylaşmasam olmazdı: http://dunya48.com/kultur-yasam/bilim/23815-rennan-pekunlu-buyuk-patlama-ya-karsi-bildiri-ve-richard-feynman-in-konusmasi
Nietzsche’nin “Bengi Dönüşü” dediği şey aslında Doğu Medeniyetlerinin mitoslarında yer almaktadır. Nietzsche Böyle Buyurdu Zerdüşt’de şöyle der: “Her şey gider ve her şey geri gelir; varlığın tekerleği daima döner. Her şey ölür ve her şey yeniden çiçek açar. Varlığın yılı sonsuza devreder. Her şey kırılır, her şey yeniden yapılır. Varlığın evi daima aynı evdir. Her şey ayrılır ve her şey yeniden buluşur. Varlığın halkası daima kendisine sadık kalır.”
Şimdi de Joseph Campbell’den okuyalım:
“Doğu yaşamında hâlâ temel olan sonsuz dönüş mitosu, bütün zaman boyunca tekrar tekrar ortaya çıkan sabit biçimlerin düzenini sergiler. Güneşin günlük hareketi, ayın dolunay ve koğuşum halleri, yılın bitip tekrar başlaması ve organik doğum, ölüm ve yeni bir doğum ritmi, evrenin yapısında temel bir özellik olarak devamlılık mucizesini gösterir. Dünyanın gittikçe yaşlandığı ve daha kötü durumlara düştüğü altın, gümüş, bakır ve demir çağlarına ilişkin eski mitosu hepimiz biliriz. Şu an kargaşa içine düşmesi, yalnızca tekrar taze çiçek gibi yenilenip ortaya çıkmak, kaçınılmaz yolu katetmeye başlamak için kendiliğinden yenilenmesi anlamına gelir. Zamanın olmadığı bir zaman, hiçbir dönem olmamıştır. Zamanın içinde, sonsuzluğun bu kaleydoskop oyununun olmadığı bir zaman da olmayacaktır.
Dolayısıyla, ne insan ne de evren için kişisel özgünlük ve çabayla kazanılacak bir şey vardır. Kendilerini ölümlü gövdeleriyle ve onun edimleriyle tanımlayanlar, elbette ki her şeyi acıyla dolu bulurlar, çünkü onlara göre her şeyin sonu gelmektedir. Fakat kendileri de dâhil her şeyin çevresinde döndüğü sonsuzluğun hareketsiz noktasını bulanlar için her şey olduğu biçimiyle kabul edilebilir, hatta gerçekten de muhteşem ve mucizevi görülür. Sonuç olarak, bireyin ilk görevi kendisine verilen rolü oynamaktır, aynı güneşin ve ayın, çeşitli hayvan ve bitkilerin, suların ve yıldızların yaptığı gibi; direnmeden, hata yapmadan oynamak ve o zaman, belki mümkün olursa bilincini her yerde hâkim olan bütünlük ilkesiyle özdeşleştirebilir.
Bu düşündürücü metafizik kaynaklı geleneğin, ışık ve karanlığın, dünyayı yaratan bir dansla, kozmik gölge oyunu sergileyen rüya gibi büyüsü; hesaplanamaz zamanlardan kalma bir imgeyi çağdaş dünyamıza taşıyor. İlkel biçimiyle temel mitosun Afrika’dan doğuya, Hindistan yoluyla Güneydoğu Asya’ya, Okyanusya’dan Brezilya’ya kadar uzanan geniş ekvator kuşağının cangıl köylerinde; doğum ve ölüm bulunmayan, ama cinayet işlenmesiyle ikisinin de var olduğu, rüya gibi bir başlangıç zamanını anlattığı bilinmektedir. Kurbanın gövdesi kesilmiş ve gömülmüştür. Toplumun beslendiği bitki bu gömülen parçalardan ürediği gibi, bu meyvelerden yiyen herkesin üreme organları oluşmuştur. Dolayısıyla, ölüm dünyaya cinayetle gelmiştir ve kendi zıddıyla, üremeyle dengelenmiştir; yaşamı tüketen şeyin kendisi olan yaşam, sonsuz yolculuğuna başlamıştır.
……….. Yaratılışta ilerlemeci, zaman kavramını temel alan yeni mitoloji, zamanın başlangıcında her şeyin bir defada yaratıldığını, sonra düşüşün geldiğini ve hâlâ devam eden yeniden yükselmenin bunu izlediğini kavramsallaştırmaktaydı. Dünya artık sonsuzluk içinde basit bir zaman gösterisi değil, iki güç arasındaki daha önce görülmemiş kozmik bir çekişme alanıydı; bu güçlerden biri ışık diğeri karanlıktı.
Bu kozmik restorasyon mitolojisinin en eski peygamberi, görüldüğü kadarıyla İranlı Zerdüşt’tür. Doğum ve ölüm tarihleri kesin olarak bilinmemektedir. MÖ y. 1200 ve 550 tarihleri arasına yerleştirilmektedir. Yani yaklaşık aynı tarihler arasında yaşadığı tahmin edilen Homeros gibi, belki de bir insan olarak değil, bir geleneğin simgesi olarak kabul edilmelidir. Adıyla ilişkilendirilen sistem, “Doğru Düzen’in ilk babası, güneş ve yıldızların yolunu tayin eden” bilge efendi Ahura Mazda ile her şey mükemmel biçimde yaratılmışken en küçük parçanın bile içine sızan, aldatıcı, bağımsız yalan ve kötülük ilkesi Angra Mainyu arasındaki çelişkiye dayanmaktadır. Dolayısıyla, dünya iyilik ve kötülüğün, ışık ile karanlığın, bilgelik ile şiddetin zafer kazanmak için çekiştiği bileşimdir. Her insanın ayrıcalık ve görevi -yaratılışın bir parçası olarak o da iyi ve kötünün bileşimidir- gönüllü olarak ışığın savaşı kazanması için mücadeleye katılmayı seçmesidir. Zerdüşt’ün, dünyanın yaratılmasından on iki bin yıl sonra doğmasıyla, iyiliğin yararına çelişkide belirleyici bir aşamaya gelindiği kabul edilmektedir. Ve on iki bin yıl sonra, mesih Saoşyant olarak geri döndüğünde, son savaş patlak verecek ve evrenin yanmasıyla karanlık ve yalan ilkesinin sonu gelecektir. Bundan sonra her yer ışığın olacak, tarih kalmayacak ve Tanrı (Ahura Mazda) Krallığı bozulmamış haliyle ezeli olarak kurulacaktır.
Burada insan ruhunun yeniden konuşlandırılması için gizil bir mitik formülleştirmenin bulunduğu görülüyor; ruh zaman içinde ileri doğru çekiliyor, insan evrenin Tanrı adına yenilenmesinden bağımsız olarak sorumlu tutuluyor ve böylelikle yeni, gizil olarak siyasal (nihai olarak düşünsel olmayan) kutsal savaş felsefesi oluşturulmuş oluyor. Bir İran duasında, “Bizler o yenilenmeyi sağlayanlar ve dünyayı ilerletenler, mükemmelliğe eriştirenler gibi olabilir miyiz?” diye soruluyor.” (Joseph Campbell – Doğu Mitolojisi)
…………
Hindu inanç sistemi, evrenin tamamının tek bir ana kaynak tarafından sağlanan elementlerden oluştuğu düşüncesi üzerine kurulu. Dolayısıyla kozmik yapı içinde var olan canlı ya da cansız her varlık ya da nesne, birbirlerinden ne kadar ayrı ve farklı görünürse görünsün, aslında sıkı organik bağlarla birbirine bağlanmış, tek bir bütüne ait parçacıklar. Varoluşun temel ilkesi olarak Hindu kozmogonisinde kendini çok güçlü biçimde hissettiren bu evren kavrayışı, mitolojik kaynaklarda da çoğunlukla yalın bir sembolizm uzantısında karşılık buluyor.
Bu sembolizmin en tipik örneği, Hindu kültüründe ilk kez Markandeya Purana adlı geleneksel metinde değinilen “kozmik yumurta” kavramı. Pralaya Denizi, yani evrenin çözülme ve dağılış aşamasında ortaya çıktığı varsayılan büyük kozmik deniz üzerinde yüzen tek bir yumurta, evrenin tamamını oluşturan tüm maddi unsurları içinde barındırıyor. Çözülme ve yıkım süreci noktalanıp yeni yaratılış aşamasına gelindiğinde, bu yumurtanın Brahma tarafından kırılıp açıldığı; sarısı, akı, kabuğu ve içindeki diğer muhtelif elementlerle birlikte, hem maddi evreni hem de içinde yaşayan tüm canlıları oluşturduğu anlatılıyor söz konusu metinlerde.
........... Brahma’nın Günü olarak bilinen zaman diliminin uzunluğu, Hindu kaynaklarında gayet net ve kesin olarak belirtilmiş: Tam 4 milyar 320 milyon yıl. Hemen ardından, yine aynı uzunluktaki Brahma’nın Gecesi alıyor sırayı. Böylece iki yaratılış arasında geçen zaman, yani döngünün tamamı, sekiz buçuk milyar yılı aşıyor. Bu kesintisiz, sonsuz sayıda yinelenen döngüsel zaman sistemi, Hindu kültüründe Kala Chakra adıyla anılıyor; yani “Zamanın Çarkı”.
Brahma’nın günü, yani evrenin biçimlenmesinden evrilip yok oluşuna dek geçen süre, kendi içinde farklı bir döngüsel yapıyı daha barındırıyor ki bunlar da Yuga adı verilen uzun çağlar. Tıpkı yeryüzünün herhangi bir noktasındaki gözlemci için geçerli olan dört farklı mevsim gibi, Kalpa adı verilen süreç içinde de birbirini izleyen dört farklı evrensel çağ, yani yuga yer almakta:
Krita Yuga
|
1,728,000 yıl
|
Treta Yuga
|
1,296,000 yıl
|
Dvapara Yuga
|
864,000 yıl
|
Kali Yuga
|
432,000 yıl
|
Bu dört çağın toplamı, Catur Yuga adıyla anılan, 4.32 milyon yıllık bir süreye eşit. Hindu düşüncesine göre Brahma’nın bir günü (yani evrenin doğum-evrim-yıkılış aşamalarını içeren büyük döngü) içinde Catur Yuga tam bin kez yineleniyor. (Burak Eldem – Kozmik Okyanus)
Sürekli döngüler üzerine kurulu bir evren. Dark bize bunu, zaman yolculuğunun paradoksal sonuçlarıyla veriyormuş gibi görünüyor. Oysa görüldüğü üzre (tabii dizideki karakterlerden ve olaylardan bağımsız olarak) bunlar yaşadığımız dünyanın bilinen olayları. Bizler sadece bunları ya bilmiyoruz ya da bilmemeyi seçiyoruz. Zaman yolculuğu vardır yoktur bilinmez ama yukarıda yazılanlar yaşadığımız dünyanın inanç sistemlerinin göbeğinde yer alır. Bizlere sunulan bilimsel teoriler bile zaman içerisinde “dogma”ya yenik düşer…
“New Scientist (7 Mayıs 1994) “Başlangıçta Patlama Vardı” başlıklı bir makale yayınladı. Bu makalenin yazarı Colin Price, bir bilimci olarak eğitim almış ve çalışmıştı, ama şimdi bağımsız bir cemaat papazıdır. Şunu sorarak başlar: “Büyük patlama teorisi kutsal kitaba bu kadar mı ait? Veya başka bir şekilde ifade edelim, Yaratılış hikâyesi bu denli bilimsel mi?” Ve kendinden emin bir iddiayla bitirir: “Hiç kimse büyük patlama hikâyesini Tekvin kitabının ilk iki bölümünün yazarlarından daha iyi takdir edemezdi.” Bay Price’ın kuşkusuz dili sürçerek de olsa kesin bir doğrulukla büyük patlama hikâyesi olarak tanımladığı şeyin arkasında yatan mistik felsefenin tipik bir örneğidir bu.” (Alan Woods, Ted Grant - Aklın İsyanı - Marksist Felsefe ve Modern Bilim)
“Her şey, hiç birşey (Ayin)’den, bir şey (Yesh)’in ve onun örülmesiyle meydana gelen sonsuzluk (Ain- Sof)’dan meydana çıkmıştır. Ain-Sof, bu meydana çıkış olayını, kendisinden bile gizli olan ve merkezdeki bu metafiziksel boşluktan bir tzimtzum hareketiyle gerçekleştirdi. Başlangıçta var olan adam (Primordial Man), Adam Kadmon ve bütün sayısız dünyalar (ki Olamot-Âlemler olarak adlandırılır) bu boşluktan ortaya çıktı.” (Isaac Luria Kabalası)
“Gerçek, tuhaf bir şey.
Gizlemeye çalışabilirsin ama bir şekilde su yüzüne çıkmayı başarır.
Hayatta kalmak için yalanı, gerçeğimiz yaparız.
Unutmaya çalışırız.
Artık unutamayıncaya kadar.
Dünyanın gizemlerinin yarısını bile bilmiyoruz.
Karanlıkta geziniyoruz.” (Mikkel’in mektubundan)
Sezon 1 Bölüm 8’de 33 sayısı anlatılır. Biz de şunları ekleyelim: Süleyman’ın ilk tapınağı ilk ihtişamıyla 33 yıl ayakta kaldı. Bu sürenin sonunda Mısır Kralı Shishak tarafından yağmalandı ve nihayet MÖ 588 yılında Nebuchadnezzar tarafından tümüyle yıkıldı ve Kudüs halkı Babil sürgününe gönderildi (Bkz. General History of Freemasons Robert Macoy.) Ayrıca Kral Davut, Kudüs’te 33 yıl hüküm sürmüştür. Mason tarikatı 33 sembolik dereceye bölünmüştür, insan omurgasında 33 parça vardır ve İsa, hayatının 33. yılında çarmıha gerilmiştir.
Sic Mundus Creatus Est: Hermes’in Zümrüt Levhası’ndan alınmış bir sözdür. “Böylece Dünya Yaratıldı.”
Simya işinin anlamı ve yapısı, Zümrüt Tablet’te (Tabula Smaragdina) özetlenir. Kendini, Hermes Trismegistos’un bir vahyi olarak sunar ve ortaçağ simyacıları tarafından böyle kabul edilir. Bunun en erken zikredilişi, Cabir ibn Hayyan’a ait bir sekizinci yüzyıl metninde bulunur. (Tyanalı Apollonius’un da bu metne sahip olduğu söyleniyor.)
HERMES MERCURIUS TRISMEGISTUS
Bütün sanatların ve bilimlerin ustası. Bütün sanatlarda kusursuz olan. Üç âlemin yöneticisi. Tanrıların kâtibi. Hayat Kitabının Bekçisi. Üç Kez Yüce, İlk Akıl, kadim Mısırlılarca Evrensel Aklın cisimleşmesi olarak kabul edilirdi. Büyük bir ihtimalle Hermes adında büyük bir bilge ve öğretmen mevcut olmuş olsa da, bu tarihsel şahsiyet onu Kozmik Düşünce İlkesiyle özdeşleştirmeye çalışan efsanevi anlatılar yığınından ayırmak imkânsızdır.
Evet, Dark küçük bir kasabada geçen paradoksu bol bir zaman yolculuğu hikayesi. Ama alt metni gayet dolu ve kendisine yarattığı evren oldukça tutarlı. Mitolojilere, dinlere, ezoterizme pek çok gönderme içeriyor. Burada ele aldığımız konular gözümüze çarpanlar arasından seçtiklerimiz. Daha pek çok gönderme olduğuna şüphe yok.
Dizi hakkında söyleyeceklerimiz burada sona eriyor. Zaman paradoksları ve dizide yer alan Higgs Bozonu, Tanrı Parçacığı gibi konulara, web’de yeterince kaynak olduğundan girmiyoruz.
1
Renaud Dillies - Baloncuklar & Sepet
Baloncuklar ve Sepet, tuhaf bir küçük kitap. Özünde, yazma üzerine, daha doğrusu ilham ile ilgili bir kitap.
Charlie, bir kitap yazmaya çalışan yalnız, utangaç ve konfor alanından dışarı çıkmayı pek sevmeyen beyaz bir faredir. İlk sayfayı açtığımızda, bize yalnız hayatının ne kadar harika olduğunu söylüyor. Sanki kendisini de buna ikna etmeye çalışıyormuş gibi. Bütün yazma arzusuna rağmen, Charlie’nin bir sorunu vardır: kendisini birden önündeki boş kâğıda bakarken bulur. Endişe ile donmuş, masasının başında felç geçirmiş gibi kalakalır. Kaleminden hiçbir şey çıkmaz... İşte bu sırada penceresine, kendisini Bay Yalnızlık olarak tanıtan ve Charlie ne zaman yalnız hissederse belireceğini söyleyen mavi bir kuş konuyor. Bay Yalnızlık, Charlie’yi zorlayarak içine sıkışıp kaldığı baloncuktan çıkması, etrafındaki dünyayı fark etmesi, şüphe ve korkularını aşması ve varoluşsal amacına ulaşması konusunda teşvik ediyor.
Renaud Dillies, Charlie özelinde ilginç bir fikir ortaya koyuyor: ilham bazen korkutucu, kaçınılması gereken bir şeydir. Yazar tıkanıklığı, fikir eksikliği kadar korkunun da bir sonucudur. Durum, karikatürist Lynda Barry’nin yaratıcılığı yok ettiğini düşündüğü iki sorusunun cevabını aramaya dönüşür: “Bu iyi mi? Yoksa çok mu berbat?” Bir sanatçı, bir çalışmanın yaratacağı potansiyel etki ve yaratım sürecini aynı anda düşünemez. Bu tema kitapta bize dönme dolabın sembolize edilmesiyle sunuluyor; Charlie’nin yükseklik ve düşme korkusuyla. Charlie genellikle iki korkunun arasında sıkışıp kalıyor. Ve dönme dolap gibi fikirleri de olduğu yerde dönüp duruyor, hiçbir yere varmıyor.
Güzel bir şey yaratmak zaman zaman zor ve hatta acı vericidir, özellikle de sanatçı, eserinin diğer yaptıkları kadar güzel olup olmadığını anlamaya çalışırken çok zaman harcıyorsa. İki sorunun yanıtları her zaman başkaları tarafından yapılmalıdır ve bu ne kadar sancılı olsa da bir sanatçının üretken olabileceği tek yoldur. Dillies, korkuyu kucaklamanın, bunun üstesinden gelmenin ve bir balonu üfleyen bir çocuk olmanın ya da kâğıda bir şeyler karalamanın basit hissine geri dönmenin tek yol olduğunu öne sürüyor.
Dillies’in antropomorfik tarzı oldukça tanıdık, George Herriman (Krazy Kat) ile çağdaşı Lewis Trondheim’ın bir karışımı gibi. Ama aynı zamanda St. Exupery’nin büyülü klasiği “Küçük Prens”i andırıyor. Kapağa bakınca çocuklar için olduğunu düşünebilirsiniz, bana kalırsa bu kitabı yetişkinler için bir masal olarak tarif etmek doğru olacaktır (yine Küçük Prens gibi). Özellikle hayatında yalnız zamanları olmuş ve sanatsal yaratım tıkanmalarıyla boğuşmuş yetişkinler için.
İlk başta, başlığın karakterlerin isimlerine atıfta bulunduğunu düşündüm, ancak bunlar aslında yaratıcılığın doğası ve sanatçı olmanın anlamı üzerine metaforik bir ifade.
Çeviri: Lenard
Balon: Mandos
SToktan üstada yardımı için teşekkür ederiz :)
5
Evet, Varyemez ve Flintheart Glomgold’un, Yukon’da ortak olduğunu ya da Glomgold’un Vakvakkent’te yaşadığını ve Bilyonerler Kulübü’nde Varyemez’in yanında oturduğunu gösteren “Avrupa Ördek Hikâyeleri” olduğunu biliyorum; ama biz Barks hayranları Varyemez’in “kötü ikiz”inin Güney Afrika’da yaşadığını biliyoruz. Ve bu bölümü o bölgede kurgulayacağımı bilerek, Varyemez ve Flintheart’ın karşılaşmalarından önce, her ikisinin de cebinde birbirine sürtecek iki kuruşlarının olmadığı günleri anlatmaya nasıl direnebilirdim? Yine de, benim hikâyemde Varyemez’in Flintheart’in adını asla öğrenemediğine dikkat edin. Çünkü Barks’ın “İkinci en zengin ördek” hikâyesindeki ilk karşılaşmalarına kadar Varyemez Afrikanlı rakibini bilmiyor ve tanımıyordu (Varyemez Amca 15, 1956). Öte yandan, Flintheart’ın Varyemez’i o öyküde tanımadığına dair hiçbir gösterge yoktur. Hatta, Flintheart’ın para kasasında, Varyemez’le karşılaşmalarında takındığı soğuk tavır, Afrika’ya yaptıkları bir yolculuk sırasında, güvertedeki kısa karşılaşmalarından Flintheart’ın onun kim olduğunu daha önceden bildiği varsayımı yapılabilir.
Flintheart Glomgold: Carl Barks’ın, Varyemez Amca’nın rakibi olarak oluşturduğu bir karakterdir. Varyemez Amca ile ezeli zenginlik yarışı, Barks'ın 1956 tarihli “En Zengin İkinci Ördek” macerasıyla başlamıştır.
Hırslı ve zengin olma mücadelesi veren bir karakter olarak gösterilmiştir. Varyemez’in ezeli ve ebedi düşmanı olarak tanımlanır. Varyemez Amca iyiliği temsil ederken, bu karakter tam zıttıdır. Belki buna yaratılışında Varyemez’in aksine hiçbir akrabası olmaması etkendir. Varyemez’le girdiği bir mücadeleyi kaybedip bitap düştüğünde bile Varyemez’in yeğenleri tarafından taşınır. Dünyanın en zengin ördeği olmak için Varyemez’le sürekli rekabet halindedir, ancak şimdiye dek bu unvanı hiç ele geçirememiştir.
“Dünyanın en zengin ördeği ödülü”nü elde etmek üzere kirli işlerini Barut ve Karabela Çetesi’ne yaptırmaktadır.
Çizgi karakterin yaratılışında Carl Barks, Güney Afrikalı bir karakter olarak tanımlamıştır. Fakat daha sonraki yıllarda politik ve başka olaylardan dolayı, Vakvakkent’te yaşayan bir İskoç köylüsü olarak çizilmiştir. İskoçyalı olarak çizilmesinin nedeni Varyemez Amca’nın da İskoçyalı olmasıdır. Böylelikle Carl Barks eşit bir rekabet ortamı da yarattığını düşünmüştür.
Bencil, sahtekâr ve inanılmaz açgözlü, hedefi dünyanın en zengin ördeği olmak, ancak onu böyle acımasız bir ördek yapan şey, bunu başarmak için bile olsa, her çizgiyi geçeceği gerçeğidir. Carl Barks’ın karakteri 3. ve son kez kullandığı hikayede Varyemez'i öldürmeye çalışması gibi.
Çizgi romanlarda Glomgold, bir fular, siyah bir ceket ve bir İskoç bonesi giyer. Glomgold, görünüm ve kişilik olarak Varyemez’e pek çok yönden benzer. Bununla birlikte, dürüst olmayan yöntemlerle para kazanmaya inanmayan Varyemez'den farklı olarak, Flintheart sık sık çöküşüne yol açan ahlaksız kararlar alır. Varyemez’le neredeyse tamamen aynı olan bir para kasasına sahiptir. Varyemez’in kasası Vakvakkent’in merkezinde iken, onunki Güney Afrika’daki bir ormanın ortasında bulunan Limpopo Vadisi’ndedir. Sembolü Varyemez’in dolar işaretine karşı, pound şeklindedir.
Varyemez Amca'nın Hayatı ve Serüvenleri Bölüm 6 - Transvaal'in Dehşeti
Bu bölüm için asıl başlığım “Transvaal Engereğinin Avı”ydı. Ancak editörüm Bryan Erickson, diğer başlıklarımın aksine Varyemez’e olumsuz bir atıfta bulunuyor görünmesi sebebiyle reddetti. İyi bir nokta! Ben de başlığımı “Transvaal’in Dehşeti” olarak değiştirdim. Önceki bölümde, genç Varyemez nihayet gökkuşağının sonundaki hazinesinin altın olduğuna karar vermişti ve kariyerine bir altın arayıcısı olarak başladı. Varyemez’in Yukon’daki altına hücum zamanlarına ve sonunda White Agony Creek’de turnayı nasıl gözünden vuracağını göstereceğim parlak günlerine doğrudan atlama isteğim büyüktü. Barks’ın “Klondike’ye Dönüş”ünde anlattığı gibi (Varyemez Amca Four Color 456, 1953). Ancak, üstü örtülü belirsiz yorumlarla, Varyemez’in Yukon’dan önce diğer birçok ünlü altına hücuma katıldığına dair referanslar vardı. Bu yüzden ilk önce bu hikâyelerle sabırla uğraşmak zorunda kaldım. Yine de bunun Varyemez’in nihai başarısının kolay ya da hızlı bir şekilde gerçekleşmediğini göstermeye yardımı oldu. Arkasında yıllarca süren güçlükler vardı. Varyemez, 1886’da Witwatersrand’daki ve 1896’da Batı Avustralya’daki altına hücumlara katıldığından bahsetmişti. Bu yüzden, 1897’de Yukon’a gitmeden önce genç Varyemez için 10 yıldan fazla sürecek altın arayışı deneyimi bulma konusunda hiçbir sıkıntı çekmedim.
Evet, Varyemez ve Flintheart Glomgold’un, Yukon’da ortak olduğunu ya da Glomgold’un Vakvakkent’te yaşadığını ve Bilyonerler Kulübü’nde Varyemez’in yanında oturduğunu gösteren “Avrupa Ördek Hikâyeleri” olduğunu biliyorum; ama biz Barks hayranları Varyemez’in “kötü ikiz”inin Güney Afrika’da yaşadığını biliyoruz. Ve bu bölümü o bölgede kurgulayacağımı bilerek, Varyemez ve Flintheart’ın karşılaşmalarından önce, her ikisinin de cebinde birbirine sürtecek iki kuruşlarının olmadığı günleri anlatmaya nasıl direnebilirdim? Yine de, benim hikâyemde Varyemez’in Flintheart’in adını asla öğrenemediğine dikkat edin. Çünkü Barks’ın “İkinci en zengin ördek” hikâyesindeki ilk karşılaşmalarına kadar Varyemez Afrikanlı rakibini bilmiyor ve tanımıyordu (Varyemez Amca 15, 1956). Öte yandan, Flintheart’ın Varyemez’i o öyküde tanımadığına dair hiçbir gösterge yoktur. Hatta, Flintheart’ın para kasasında, Varyemez’le karşılaşmalarında takındığı soğuk tavır, Afrika’ya yaptıkları bir yolculuk sırasında, güvertedeki kısa karşılaşmalarından Flintheart’ın onun kim olduğunu daha önceden bildiği varsayımı yapılabilir.
Barks’ın hikâyesi uzun zamandır en çok sevdiğim Varyemez maceralarından biriydi; her ne kadar diğer birçok hikâye kadar mükemmel olmasa da. Fakat Varyemez Amca karakterini seviyorsanız, “kötü ikizi” ile tanışmaktan daha heyecan verici ne olabilir? Hatta Flintheart’ın 1886’dan önceki görüşmelerinden zengin olmak için -Varyemez’e duyduğu nefret ve kızgınlıkla birlikte- ondan ilham aldığını bile ima ediyorum. Flintheart’ı her yönden Varyemez’in eşleşmesi olarak görüyorum: Her ikisi de sıfırdan başlamış ve servetlerini “en kabadayıdan daha sert, en dalavereciden daha kurnaz” olmakla kazanmış. 4. Bölümde, Flintheart ile Varyemez’in diğer zengin rakibi John D. Rockervak arasındaki ayrımı ise onu bütün servetini miras alan biri yaparak göstermeye çalıştım. Ancak Varyemez ve Flintheart arasındaki fark, Flintheart’ın “parasını dürüst kazanmaması”dır. Onurlu olmayan ve belki de düpedüz tehlikeli biridir (Karabela çetesi bile daha iyi huylu kötülerdir).
Don Rosa
Hırslı ve zengin olma mücadelesi veren bir karakter olarak gösterilmiştir. Varyemez’in ezeli ve ebedi düşmanı olarak tanımlanır. Varyemez Amca iyiliği temsil ederken, bu karakter tam zıttıdır. Belki buna yaratılışında Varyemez’in aksine hiçbir akrabası olmaması etkendir. Varyemez’le girdiği bir mücadeleyi kaybedip bitap düştüğünde bile Varyemez’in yeğenleri tarafından taşınır. Dünyanın en zengin ördeği olmak için Varyemez’le sürekli rekabet halindedir, ancak şimdiye dek bu unvanı hiç ele geçirememiştir.
“Dünyanın en zengin ördeği ödülü”nü elde etmek üzere kirli işlerini Barut ve Karabela Çetesi’ne yaptırmaktadır.
Çizgi karakterin yaratılışında Carl Barks, Güney Afrikalı bir karakter olarak tanımlamıştır. Fakat daha sonraki yıllarda politik ve başka olaylardan dolayı, Vakvakkent’te yaşayan bir İskoç köylüsü olarak çizilmiştir. İskoçyalı olarak çizilmesinin nedeni Varyemez Amca’nın da İskoçyalı olmasıdır. Böylelikle Carl Barks eşit bir rekabet ortamı da yarattığını düşünmüştür.
Bencil, sahtekâr ve inanılmaz açgözlü, hedefi dünyanın en zengin ördeği olmak, ancak onu böyle acımasız bir ördek yapan şey, bunu başarmak için bile olsa, her çizgiyi geçeceği gerçeğidir. Carl Barks’ın karakteri 3. ve son kez kullandığı hikayede Varyemez'i öldürmeye çalışması gibi.
Çizgi romanlarda Glomgold, bir fular, siyah bir ceket ve bir İskoç bonesi giyer. Glomgold, görünüm ve kişilik olarak Varyemez’e pek çok yönden benzer. Bununla birlikte, dürüst olmayan yöntemlerle para kazanmaya inanmayan Varyemez'den farklı olarak, Flintheart sık sık çöküşüne yol açan ahlaksız kararlar alır. Varyemez’le neredeyse tamamen aynı olan bir para kasasına sahiptir. Varyemez’in kasası Vakvakkent’in merkezinde iken, onunki Güney Afrika’daki bir ormanın ortasında bulunan Limpopo Vadisi’ndedir. Sembolü Varyemez’in dolar işaretine karşı, pound şeklindedir.
1
Sir Quackly McVak “Eski Şatonun Sırrı” adlı Carl Barks hikâyesinde yer bulmuş daha sonra ise kendisinden Don Rosa’nın Ördek Ailesi Soyağacı'nda bahsedilmiştir. Bunların dışında yine Rosa’nın Varyemez Amca’nın Hayatı ve Serüvenleri’nde bir hayalet olarak ondan söz edilmiştir. 1010 yılında İskoçya’da doğmuş, ileride klanın liderliğini yapmıştır. 1057 yılında İskoçya Kralı I. Macbeth sürdürdüğü taht savaşına destek vermesi için bir hazine sandığı teklif etmiş, bunu kabul eden Sir Quackly daha sonra sandığı koruma telaşına düşüp, kazayla kendisini şato içinde bir yere kilitleyip burada ölmüştür. Sir Quackly, McVaklar arasında hayaletinin şatoda bulunup hazineyi koruduğu şeklinde efsaneleşmiştir. Eski Şatonun Sırrı’nda kötü karakter Diamond Dick kendini Quackly’in hayaleti olarak gösterip Varyemez McVak’ı korkutup kaçırmaya çalışırken, McVak Klanının Sonuncusu’nda hayalet insan kılığında görünüp, kimliğini açıklamadan genç Varyemez McVak’a öğütler vermiştir. Sir Quackly’nin cesedi ve hazine sandığı 1948 yılında Varyemez McVak tarafından bulunmuştur.
Kaptan Hugh “Seafoam” McVak ilk olarak Swindle McSue’nun Seafoam’ı dolandırmasının arka planını oluşturduğu “The Horseradish Story” olarak bilinen isimsiz Carl Barks hikâyesinde ortaya çıkmıştır. Karakter öyküsü daha sonra Don Rosa tarafından geliştirilmiş olup Varyemez Amca’nın Hayatı ve Serüvenleri'nde diğer McVaklar ile birlikte cennetteyken görülmüştür.
Hugh McVak 1710 yılında İskoçya’da doğmuş, 1727’de Glasgow’a yerleşip denizcilik yapmaya başlamıştır. Bu alanda başarılı olup The Golden Goose (Altın Kaz) ismini verdiği kendi gemisine sahip olmuştur. Birleşik Krallık ile Karayipler arasında iyi işleyen bir taşımacılık işi kurmuştur.
1753 yılında bu talihi sona ermiştir. Swindle McSue Jamaika’ya bir sandık dolusu yaban turpu götürmek için anlaşmış, fakat üç hafta sonra gemi oraya ulaşamadan Swindle’ın sabotajına uğramış ve batmıştır. Hugh İskoçya’ya döndüğünde, imzaladıkları anlaşmada fark edemediği küçük boyutlu yazılmış bir maddede, eğer taşıma başarısız olursa tüm mal varlığının Swindle’a geçeceği yazılı olduğunu öğrenmiştir. Hugh’a sadece elbiseleri, cebindeki gümüş saati ve ağzındaki altın dişler kalmış; hatta Swindle bunları da istemiş olmasına rağmen, o kaçarak kurtulabilmiştir.
Bundan sonraki hayatı ile ilgili bilinen tek şey 1776 yılında 66 yaşındayken öldüğüdür. Amerikan Bağımsızlık Savaşı’na katıldığı varsayılmıştır. The Heirloom Watch olarak bilinen gümüş saati Quagmire McVak’a miras kalmıştır.
Don Rosa’ya göre Seafoam McVak ve Hugh McVak aynı karakterdir ve “Seafoam” sadece bir lakaptır.
Varyemez Amca'nın Hayatı ve Serüvenleri Bölüm 5 - McVak Şatosunun Yeni Sahibi
Bu bölüm, Carl Barks’ın birçok klasik hikâyesinin arka planlarında gözler önüne serdiği “Varyemezsel gerçekler” ile ilgili yaşadığım çok sayıdaki problemlerden birini kısmen çözmek üzere tasarlandı.
Yani, Varyemez nasıl fakir bir ailede doğmuş olabilir (1958 tarihli Varyemez Amca'nın 22. sayısındaki macera, “Altın Nehir” de belirtildiği gibi) - ve yine de İskoç yaylalarındaki görkemli, atalardan kalma bir şatonun varisi olabilir? (1948 tarihli Donald Duck Four Color’un 189. sayısındaki macera “Eski Kalenin Sırrı”nda gösterildiği gibi).
İlk bölümde bu çelişkinin üstesinden gelmek için bir temel oluşturmuştum ve dizi için dikkatle oluşturduğum yapıyı takip ettim. 5. bölümde bu meseleyle uğraşacağımı biliyordum. Hikâyede gösterildiği gibi, McVak’lar Whiskerville’lerin tazısı tarafından şatodan sürüldü. Mülkü ellerinde tuttular ve klanın tamamı, satmayı reddetmelerine ve geri dönmek için çok korkmalarına rağmen, yüzyıllar boyunca vergileri ödemeye devam ettiler.
Çeviri: Lenard - Kontrol: SToktan - Balonlama: Mandos
Fakat Varyemez’in 1885’te İskoçya’da olduğunu nereden biliyordum? Barks’ın, Varyemez Amca’nın 1958 tarihli 21. sayısındaki macera “Para Kuyusu”nda geçen şu sözünden: “1885’te İskoçya’da bu gözlükler için sadece bir dolar ödedim.” Bu yüzden onu ilk kez taktığını göstermek için de bu fırsatı kullandım. Ancak onları sadece okumak için kullanıyor - 17 yaşından daha büyük olana kadar (1902’de) onları sürekli taktığını göstermiyorum.
Bir eski film tutkunu olarak sıkça başıma geldiği gibi, bu bölüm için bir zamanlar gördüğüm bir filmden esin aldığım bir fikrim vardı. Ancak on yıllardır gizemli bir biçimde ortalarda görünmeyen bu filmi izlememin üzerinden 20 yıl ya da daha uzun bir zaman geçti. Michael Powell ve Emeric Pressburger’in büyük ekibi tarafından yazılan ve yönetilen, artık klasik olmuş 1946 yapımı bir İngiliz fantezisi. Amerika’da “Cennete Merdiven” (Stairway to Heaven) olarak da bilinen filmin orijinal adı “Ölüm Kalım Meselesi” (A Matter of Life and Death).
Artık filmi izlemek için özellikle can atıyordum. Şayet bana zaten karar vermiş olduğum olaylar dizisini nasıl ele alacağıma dair bazı fikirler verebilirdi. Bu, İnternet’in ilk zamanlarındaydı ve küresel iletişim ağının işim için ne kadar faydalı olduğunu ilk kez kanıtlıyordu. Ünlü film eleştirmeni Roger Ebert ile temasa geçtim ve filmin haklarının on yıl önce yeniden çekmek isteyen biri tarafından satın alındığını söyledi; ancak bunu hiç yapmadılar. Her neyse, ama film yine de herhangi bir yakın gelecek için ölümlü gözlerden yasal olarak uzak tutuldu.
Bu yüzden, siber âlemde bir duyuru yayınladım ve bana filmin bir kopyasını sağlayabilecek herkes için dünyanın dört bir yanına ricada bulundum. Beklenildiği gibi, hiç zaman geçmeden Kanada’daki bir film hayranından bir videokaset elime ulaştı - görünüşe göre sadece Amerikan hakları saklı tutulmuş. Filmin bana hikâyem için faydalı ipuçları verdiğini sanmıyorum, ancak yine de filmi kütüphaneme eklemeye değer buldum! (Daha yakın bir zamanda, DVD’de “Ölüm Kalım Meselesi” satışa çıktı, bu sayede biraz daha kolay bulabilirsiniz.)
Bu bölüm özellikle hoşuma gitti! Sınırlı sayıda sayfalarda çok fazla olayı ve çok fazla yılı anlatmaya zorlanmadığım zamanlarda (5. ve 9. bölümler gibi), bir günde gerçekleşen bölümlerde daha iyi bir iş çıkardığıma inanıyorum.
Don Rosa
KARAKTERLER
Sir Quackly McVak
Sir Quackly McVak “Eski Şatonun Sırrı” adlı Carl Barks hikâyesinde yer bulmuş daha sonra ise kendisinden Don Rosa’nın Ördek Ailesi Soyağacı'nda bahsedilmiştir. Bunların dışında yine Rosa’nın Varyemez Amca’nın Hayatı ve Serüvenleri’nde bir hayalet olarak ondan söz edilmiştir. 1010 yılında İskoçya’da doğmuş, ileride klanın liderliğini yapmıştır. 1057 yılında İskoçya Kralı I. Macbeth sürdürdüğü taht savaşına destek vermesi için bir hazine sandığı teklif etmiş, bunu kabul eden Sir Quackly daha sonra sandığı koruma telaşına düşüp, kazayla kendisini şato içinde bir yere kilitleyip burada ölmüştür. Sir Quackly, McVaklar arasında hayaletinin şatoda bulunup hazineyi koruduğu şeklinde efsaneleşmiştir. Eski Şatonun Sırrı’nda kötü karakter Diamond Dick kendini Quackly’in hayaleti olarak gösterip Varyemez McVak’ı korkutup kaçırmaya çalışırken, McVak Klanının Sonuncusu’nda hayalet insan kılığında görünüp, kimliğini açıklamadan genç Varyemez McVak’a öğütler vermiştir. Sir Quackly’nin cesedi ve hazine sandığı 1948 yılında Varyemez McVak tarafından bulunmuştur.
Sir Eider McVak
Sir Eider McVak’tan “Eski Şatonun Sırrı” adlı Carl Barks hikâyesinde bahsedilmiş daha sonra ise kendisi Don Rosa’nın Ördek Ailesi Soyağacı'nda yer bulmuştur. Sir Eider 880 yılında İskoçya’da doğmuş, ilerleyen yaşlarında klanın lideri olmuştur. 945 yılında İngiltere Kralı I. Edmund ve İskoçya Kralı I. Malcolm tarafından anlaşmayı yok sayan Anglosaksonlar tarafından 946 yılında şatoları kuşatılmıştır. Pahalı olduğu için askerlerine ok temin edemeyen ve saatlik 30 parça bakır ödeyebilen Sir Eider, askerleri canları kurtarmak için onu terk edince düşmana karşı tek başına savaşarak ölmüştür. Sir Eider aile mezarlığına gömülmüş, zırhı şatonun koridorlarından birine yerleştirilmiştir.
Sir Roast McVak
Sir Roast McVak’tan “Eski Şatonun Sırrı” adlı Carl Barks hikâyesinde bahsedilmiş daha sonra ise kendisi Don Rosa’nın Ördek Ailesi Soyağacı'nda yer bulmuştur. 1159 yılında İskoçya’da doğmuş, çok açgözlü bir adamdı. O dönemde İskoçya’nın en zenginlerinden olan klan, 1189 yılında İskoçya Kralı I. William İngiltere Kralı I. Richard ile yaptığı anlaşmayı yerine getirmek için klanın hazinesinin büyük bölümünü isteyince durum değişti. Anlaşmaya göre William Richard’a 10.000 Mark ödediği takdirde ona hizmet yemininden kurtulacaktır. Sir Roast da kralı William’ın bu isteğini yerine getirmiştir. Daha sonra mali problemler yüzünden klan zayıflamış, Sir Roast’ın kralla ilişkileri bozulmuştur. 1205 yılında kralın kilerine saldırmıştır. Bir süre sonra mide fesadından ölmüş, aile mezarlığına gömülmüş ve zırhı şatonun koridorlarından birine yerleştirilmiştir.
Hugh “Seafoam” McVak
Kaptan Hugh “Seafoam” McVak ilk olarak Swindle McSue’nun Seafoam’ı dolandırmasının arka planını oluşturduğu “The Horseradish Story” olarak bilinen isimsiz Carl Barks hikâyesinde ortaya çıkmıştır. Karakter öyküsü daha sonra Don Rosa tarafından geliştirilmiş olup Varyemez Amca’nın Hayatı ve Serüvenleri'nde diğer McVaklar ile birlikte cennetteyken görülmüştür.
Hugh McVak 1710 yılında İskoçya’da doğmuş, 1727’de Glasgow’a yerleşip denizcilik yapmaya başlamıştır. Bu alanda başarılı olup The Golden Goose (Altın Kaz) ismini verdiği kendi gemisine sahip olmuştur. Birleşik Krallık ile Karayipler arasında iyi işleyen bir taşımacılık işi kurmuştur.
1753 yılında bu talihi sona ermiştir. Swindle McSue Jamaika’ya bir sandık dolusu yaban turpu götürmek için anlaşmış, fakat üç hafta sonra gemi oraya ulaşamadan Swindle’ın sabotajına uğramış ve batmıştır. Hugh İskoçya’ya döndüğünde, imzaladıkları anlaşmada fark edemediği küçük boyutlu yazılmış bir maddede, eğer taşıma başarısız olursa tüm mal varlığının Swindle’a geçeceği yazılı olduğunu öğrenmiştir. Hugh’a sadece elbiseleri, cebindeki gümüş saati ve ağzındaki altın dişler kalmış; hatta Swindle bunları da istemiş olmasına rağmen, o kaçarak kurtulabilmiştir.
Bundan sonraki hayatı ile ilgili bilinen tek şey 1776 yılında 66 yaşındayken öldüğüdür. Amerikan Bağımsızlık Savaşı’na katıldığı varsayılmıştır. The Heirloom Watch olarak bilinen gümüş saati Quagmire McVak’a miras kalmıştır.
Don Rosa’ya göre Seafoam McVak ve Hugh McVak aynı karakterdir ve “Seafoam” sadece bir lakaptır.
Sir Swamphole McVak Carl Barks tarafından yaratılmış antik çağ McVaklar’ındandır. Sir Swamphole 1190 yılında İskoçya’da doğmuş, ilerleyen dönemlerde klanın lideri olmuştur. Klanı zenginleştirerek başarılı bir liderlik sergilemiştir. 1260 yılında ölmüş, aile mezarlığına gömülmüş ve zırhı şatonun koridoruna yerleştirilmiştir.
Malcolm McVak
Malcolm “Matey” McVak karakteri “Back to Long Ago!” adlı Carl Barks hikâyesinin Varyemez McVak’ın bundan önceki hayatlarında yaşadıklarını görmek için hipnotize edildiği sahnesinde görülmüştür. Daha sonra ise Don Rosa tarafından kullanılmış, onun Ördek Ailesi Soyağacı'nda yer bulmuş, ayrıca Varyemez Amca’nın Hayatı ve Serüvenleri McVak’ta diğer McVaklar ile birlikte cennetteyken ortaya çıkmıştır.
Malcolm 1530 yılında doğmuştur ve McVak Klanının İngiltere’ye yerleşmiş olan bir kolunun üyesidir.
İngiliz donanmasında görev yapmış, 1563’te HMS “Falcon Rover” firkateyninin kaptan Loyal Hawk’tan sonra ikinci adamı olmuştur. Gemileri 1563-1564 yıllarında İspanyol Karayip Denizi’nde saldırıya uğradı. O ve gemiden arkadaşı Pintail Duck İngiltere Kraliçesi adına kaptan Loyal Hawk emrinde gemide bulunan patatesleri gömmüşlerdir.
Söylentilere göre Malcolm McVak 9 Aralık 1564’te İspanyol filosu gemileri Falcon Rover’a çarptığında bütün mürettebatla birlikte hayatını kaybetmiştir. Ancak bu doğru değildir çünkü 1579 yılında, daha sonra Cornelius Coot tarafından ele geçirilip adı Fort Duckburg olarak değiştirilecek olan, Fort Drakeborough’un komutanlığına getirilmiştir.
Malcolm 1530 yılında doğmuştur ve McVak Klanının İngiltere’ye yerleşmiş olan bir kolunun üyesidir.
İngiliz donanmasında görev yapmış, 1563’te HMS “Falcon Rover” firkateyninin kaptan Loyal Hawk’tan sonra ikinci adamı olmuştur. Gemileri 1563-1564 yıllarında İspanyol Karayip Denizi’nde saldırıya uğradı. O ve gemiden arkadaşı Pintail Duck İngiltere Kraliçesi adına kaptan Loyal Hawk emrinde gemide bulunan patatesleri gömmüşlerdir.
Söylentilere göre Malcolm McVak 9 Aralık 1564’te İspanyol filosu gemileri Falcon Rover’a çarptığında bütün mürettebatla birlikte hayatını kaybetmiştir. Ancak bu doğru değildir çünkü 1579 yılında, daha sonra Cornelius Coot tarafından ele geçirilip adı Fort Duckburg olarak değiştirilecek olan, Fort Drakeborough’un komutanlığına getirilmiştir.




























